Corona Günlükleri 8. Bölüm

Corona Günlükleri 8. Bölüm

“Hayatta, kendini başka yaşama alışkanlıklarına açık tutmaktan daha iyi bir okul tanımıyorum.”

Montaigne

Herkese merhaba.

Aslında ben şimdi okuyacağınız bu yazıya çok benzer bir içeriği, bu blogtaki ” İlk Kez Yurt Dışına Çıkacaklara Tavsiyeler ” yazısının içinde bir bölüm olarak yayınlamıştım daha önce.

Ama maalesef görüyorum ki, Türkiye’nin mevcut atmosferine çok daha uygun düşen cinsten bir durum var ortada. Yani benim oraya yazdıklarım, aslında konusu sadece “seyahat” olan bir yazının içine sığdırılamayacak denli önemli…

Dolayısıyla bu konuyu “Corona Günlükleri” isimli bu yazı dizisinin başlı başına bir bölümü olacak şekilde, ayrı bir yazı olarak tekrar gündeme getirmek istedim. Üstelik burada, o yazının içinde bahsettiğime oranla, çok daha genişletilmiş bir halini okuyacaksınız.

Açıkçası ister o yazı, ister bu yazı olsun, netice itibariyle ne kadar fazla kişiye ulaşırsa benim için o kadar iyi. Dolayısıyla sizlerden ricam, bu yazıyı sosyal medya hesaplarınızda, arkadaşlarınızla ve çevrenizle paylaşmanız…

Burada tekrar benzer konuda yazmama sebep olan şey ise, Facebook’taki “Art The System” sayfasında az önce gördüğüm bir resim oldu. Alttaki bu resim, zaten benim düşüncelerimin özeti adeta…

Ben, “İlk kez yurt dışına çıkacaklara tavsiyeler” başlıklı o yazımın giriş kısmında şöyle demiştim mesela:

Ön yargılarınızı evde bırakın. İlk kez yurt dışı seyahati düşünenler için, bence en önemli konulardan birisi bu. Çünkü sürekli olarak içinde yaşadığınız, her şeyini bildiğiniz bir yerden hiç tanımadığınız bambaşka bir yere gidiyorsunuz.

Daha önce görmediğiniz tipte insanlarla, sokaklarla, mimariyle, belki davranış kalıplarıyla karşılaşacaksınız. Bilmediğiniz yerleri, tanımadığınız insanları, meraklı bir çocuğun bakış açısıyla görmeye çalışın. Küçük Prens‘i hatırlayın…

Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın, dünya yalnızca sizin yaşadığınız ülkeden ibaret değil. Tek gerçek de sizin bildiğiniz değil. Gezegende 7 milyar insan yaşıyor. Yazıyla yedi milyar. Dile kolay. Bu şu anlama geliyor: Dünyada bir sürü farklı dil, kültür, inanç, din, yaşam tarzı, milliyet, bakış açısı var.

Şu an, sadece Avrupa’da en çok konuşulan belli başlı dil sayısı ellinin üzerinde mesela. Fransız antropolog Pierre Clastres de, bugün yalnızca Güney Amerika’da yaklaşık 200 farklı etnik grup bulunabileceğini söylüyor.

Evet, durum bu. Ancak özellikle ikinci paragrafta vurgulanan bu son derece basit akıl yürütmesini yapmak için yurt dışına gitmeniz gerekmiyor. Oturduğunuz yerde, bulunduğunuz yer her neresi ise, şu an bile bunu yapabilirsiniz. Fiziksel bir uğraş değil bu, biraz düşünmeye ihtiyacınız/ihtiyacımız var, hepsi bu.

Düşünmeye hazır mıyız? İçinizden “Evet” dediğinizi duyar gibiyim. Güzel. Demek ki asgari şartları tamamladık. İşte bu kadar kolay. Öyleyse gelin, iyice basitleştireceğim şu akıl yürütmesini hep beraber hemen şimdi, burada, bu yazıyı okurken beraberce bir yapalım…

Çok basit bir soru ile başlıyoruz o halde: “Siz kimsiniz?” (“Sen kimsin ya?” değil, çok daha naif, çok daha içten, samimi ve nazik bir soru cümlesi bu.) Bu soru size sorulsa, ilk olarak ne ile/nasıl karşılık verirdiniz? Bunu 5-10 saniye bir düşünün hemen…

Muhtemelen adınızı ve soy adınızı söyleyeceksiniz. Sizden bunu biraz daha açmanız istenirse, buna doğum yerinizi, mesleğinizi, memleketinizi ve biraz daha makro ölçekli milliyetinizi eklersiniz. Yaşınız, medeni haliniz de ilave edilebilir. Bunun dışında aileniz, sosyal çevreniz geliyor akla ilk olarak.

Sonra iş arkadaşları, çocukluk arkadaşları, erkekler için askerlik arkadaşları vs. Tuttuğunuz bir takım, size has hobileriniz, ayrı ilgi alanlarınız var. Hepinizin mezun olduğu okullar var. Lise, üniversite… Bu liste böyle uzayıp gider.

Şimdi en başa, o ilk soruya dönelim tekrar. Ben kendi adıma konuşayım mesela. İsmim Kaan, 1984 İstanbul doğumluyum.

Evet, işte bu noktadan sonra gelecek ve benim kendimi tanımlarken kullanacağım birçok şey, aslında benim bilinçli bir seçimim değil, mutlak değerdir sevgili arkadaşlar. Hatta dikkat ettiyseniz bunlar da benim seçimim değil: Adım, cinsiyetim, doğum yerim, doğum tarihim…

Peki kendimizi tanımlarken kullandığımız başlıca kategoriler arasında neler vardır? Cinsiyetimiz, doğum yerimiz, ailemiz, memleketimiz, milliyetimiz, dilimiz, dinimiz… Şimdi tekrar sakince bir düşünün. Bunların hangisini siz seçtiniz? Yanıt yine çok basit: Bunların hiçbirini siz seçmediniz.

Yani kimse düşünüp taşınıp da x dinine, y milliyetine falan dahil olmak, falanca dili ana dili olarak konuşmayı seçmedi, istemedi. Bunlar daha en başından verili, mutlak olarak geldi. Bunlar, elbette sizi siz yapan değerler. Buna hiçbir itirazım yok.

Ancak sorun şu ki, bu mutlak değerlerin hiçbiri sizin bilinçli tercihiniz değil. Sizi siz yapan, kendinizi tanımlamak için ortaya koyduğunuz bu değerler aslında son derece katı, verili ve tamamen bilinç dışı. Yani bunlar kendiliğinden övülecek değerler değil!

Oysa buna karşın, herhangi bir yere gideceğiniz zaman, arabayla hangi yoldan gitmek istediğiniz hakkında düşünüp taşınıp buna karar veren sizsiniz. E-5’ten mi yoksa sahil yolundan mı? Veya toplu taşıma ile gideceksiniz diyelim.

Burada da; vapur mu, tramvay mı, otobüs mü veya metrobüs ile mi gideceğiniz de tamamen sizin kendi kişisel tasarrufunuz. Daha hızlı olabileceğini düşünerek raylı sistemi, trafiği göze alarak ama kendi aracınızla daha konforlu bir seyahati de tercih edebilirsiniz.

Çocuğunuzu hangi okula göndereceğinize düşünüp taşınıp siz karar veriyorsunuz. Kendiniz, hiç beğenmediğiniz bir okula onu göndermezsiniz herhalde. Çocuğunuz okula başladı ve okulunu beğenmediğini söylüyor. Değiştirmeseniz bile eşinizle/ailenizle bunu pekala tartışabilirsiniz.

Üniversite sınavına girdiniz. Aldığınız puana göre önünüzdeki listeden girmek istediğiniz okulları tercih listesine yine siz bilinçli bir biçimde işaretliyorsunuz. Bilkent Üniversitesi mi yoksa Yıldız Teknik mi? Yoksa Uludağ Üniversitesi mi? Makine Mühendisliği mi olsun yoksa Bilgisayar Mühendisliği mi? Haydi birini seçelim.

Sonuçta bu yine sizin kararınız. Bu kararı düşünüp taşınarak, farklı alternatifleri değerlendirerek özgür iradenizle alacaksınız. Hiç kimse sizi yapmak istemeyeceğiniz bir şeyi yapmaya zorlayamaz. Hiç kimse sizi gitmek istemediğiniz bir yere götüremez.

Ben şimdi buradan hareketle, bireylerin kendilerini tanımlarken en çok öne çıkan iki temel öğeye, milliyet ve din öğeleri üzerine biraz daha yoğunlaşalım istiyorum. Eric Hobsbawn ve Terence Ranger’ın derlediği bir kitap var: “Geleneğin İcadı.” Kitabın hemen başındaki yazısında şöyle der Hobsbawn:

Eski gibi görünen, ya da eski olma iddiasındaki geleneklerin kökenleri çoğu zaman yakın geçmişe dayandığı gibi, bazen bu geleneklerin başlı başına icat edildikleri açıktır. İcat edilmiş gelenek, gerçekten icat edilmiş, inşa edilmiş gelenekleri olduğu kadar, birkaç yılda ortaya çıkmış olan ve büyük bir hızla yerleşmiş olan gelenekleri de kapsar.

Şimdi de şu soruya cevap verelim o halde: Hangi millettensiniz? Bu yazıyı rahatça okuyabildiğinize göre çok yüksek ihtimalle Türksünüz. Türklük, İtalyanlık, Fransızlık vb. kavramlar, tarihsel sürecin çok yakın bir aşamasında ortaya çıkmışlardır.

Burada da karşımıza “Ulus Devlet” denen kavram çıkıyor. Burada izninizle biraz teknik olmakla beraber, ulusal/ulus devletlerin nasıl ortaya çıktığına değinmek istiyorum. Merak etmeyin, sizi fazla ayrıntıyla sıkmayacağım. Ama bu konuyu bilmek gerçekten önemli.

1618-1648 yılları arasında gerçekleşen 30 yıl Savaşları sonunda imzalanan Westphalia Anlaşması, uluslararası ilişkilerin en temel aktörü olarak egemen devletlerin ortaya çıktığı anlaşmadır.

Bu anlaşma sonrasında ortaya çıkan ve “Westphalian Düzen” olarak isimlendirilen yeni sistemde devletler, belirli bir toprak parçası üzerinde siyasal geleceklerini belirleme konusunda kendisinden başka bir alternatif tanımayan, başat egemen aktörler olarak ortaya çıkmışlardır.

Bir toprak parçasına egemen olma iddiası genel kabul gören, o toprak üzerinde yaşayan insanların oluşturduğu topluma hükmetme erkini elinde tutan bir sistem söz konusudur ki, buna devlet adını veriyoruz.”

Westphalia Anlaşmasından bu yana devletler, kendi sınırları içindeki en büyük siyasi otoritedir. Ancak devletlerin gerçekten de pratikte ulus temelli olarak ortaya çıkışları çok daha sonra gerçekleşmiştir. Yani devletlerin kendisini oluşturan yurttaş temelli organizasyonu olan ulus devlet, en somut halini günümüzde almıştır.

Nitekim 19. Yüzyılda yaşayan Ernest Renan, “Ulus Nedir?” isimli kitabında eski çağların bu kavramdan tamamen habersiz olduğunu yazar. Buna göre Renan söz gelimi Mısır, Çin, Keldaniler gibi uygarlıkların ulus olmadığını söylemektedir.

Yani Renan’a göre o dönemde Mısır vatandaşı, Çin vatandaşı gibi kavramlar yoktu. Bugünkü anlamıyla ulus devletlerin etnik temelli örgütlenmeye başlaması ise daha çok 1789 Fransız Devrimi sonrasında gerçekleşmeye başlamıştır.

Nitekim “Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik” gibi sloganları benimseyen Fransız Devrimi, milliyetçiliğin ayak seslerini de yavaş yavaş duyurmaya başlıyordu. Zira devrimin sihirli sözcüklerinden biri olan “kardeşlik”, giderek sadece bir ulusun ihyasına dönüşecektir. Daha sonra gelen ve İngiltere’de başlayan sanayileşme ise ulusçuluk çağını da beraberinde getirmiştir.

İtalya 1861, Almanya ise ancak 1871 yılında, yani 19. Yüzyılın sonlarında milli birliklerini gerçekleştireceklerdir. Bunun yanı sıra Birinci Dünya Savaşı sonunda parçalanan imparatorluklar da (Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu vs.) yeni ulus devletler doğurmuştur. Görüldüğü gibi bu oldukça uzun bir zamana yayılan ve günümüzde de halen devam eden bir süreç…

Gördüğünüz gibi, 19. yüzyılın sonuna kadar, kendisini “İtalyan, Alman” olarak tanımlayan kimse yoktu mesela. Antik Yunan site devletlerinden falan değil, çok çok yakın bir geçmişten bahsediyoruz. Peki öyleyse, herhangi bir millete dahil olmak, neden bir övünç vesilesi olarak sunuluyor günümüzde?

Şuna benzer cümleleri sıklıkla duyarız: “İtalyan/Fransız/Türk/Japon/Amerikan/Rus/İngiliz/Hırvat vs. olduğum için kendimle gurur duyuyorum!” Öyle mi? Neden diye soralım o zaman bu noktada…

Buna verilebilecek en makul cevap, kişi artık hangi ulusa dahilse, onun geçmişteki -halihazırdaki de olabilir elbette- başarılarıyla övünüyor olması olacaktır büyük ihtimalle. Bu başarılarla övünme kısmına da bir itirazım yok elbette. Ancak bu durum, korkarım senin dışındakileri -yani diğer ulusları- değersizleştirmiyor.

Benedict Anderson, meşhur kitabı Hayali Cemaatlerde milliyetçiliğin bir anomali olduğunu yazar. Hatta ona göre milliyetçilik kadar millet de tamamen özel bir kültürel yapımdır. Bu kültürel yapımların 18. yüzyıl sonunda yaratılmalarının bir süre sonra giderek modüler hale geldiğinin altını çizer. Ona göre ulus, başlı başına hayal edilmiş bir siyasal birimdir.

Şimdi de bir başka soru soralım: Hangi milletten/ülkeden nefret ediyorsunuz? Covid 19 Wuhan’dan çıktığı için Çin’den mi? Radovan Karadzic, Ratko Mladic gibi isimleri çıkardığı için Sırplardan mı? Adolf Hitler’i çıkardığı için Almanlardan mı? Benito Mussolini yüzünden İtalyanlardan mı? General Pinochet yüzünden Şili’den mi? Stalin yüzünden Ruslardan mı? Evet cevap verin, hangisinden?

Gördüğünüz gibi her ulustan iyiler de kötüler de çıkabiliyor. Yani siz bu sevmediğiniz ülkelerin vatandaşı da olabilirdiniz. Sırf öyle değilsiniz diye ve yukarıdaki sebeplerden dolayı onları toptan suçlamak niye? Aslında bütün bunlar bize şunu kanıtlıyor açık bir biçimde: Bizim en temel paydamız “İnsanlık” Uluslar ve dinler ise çok çok yeni…

Şimdi de bu milliyetlerin yerine dinleri koyalım isterseniz. Yahudilik, Hristiyanlık, İslamiyet, Budizm, Şinto vs.  Yine Benedict Anderson, Budizm, Hristiyanlık ve İslamiyetin düzinelerce farklı toplumsal oluşumda binlerce yıldır şaşırtıcı bir biçimde varlık gösterebilmesini, insanoğlunun ıstıraplarına -hastalıklar, yaşlılık- ölüm vs.- gösterdiği hayali tepkinin bir başarısı olarak görür.

“Niçin kör doğdum? Neden en iyi arkadaşım felç geçirdi? Niçin kızım zeka özürlü?” Anderson, Marksizm de dahil olmak üzere bütün evrimci/ilerlemeci düşünce tarzlarının bu tür soruları yanıtsız bıraktığının ve bu alanı dinsel düşüncelerin doldurduğunun altını çiziyor.

Dinsel düşünce mukadderatı sürekliliğe dönüştürerek (karma, ilk günah vs.) insandaki belirsizlik ve ölümsüzlük sezgilerine karşılık veriyor. Cem Yılmaz’ın alttaki videosu bunu güzel bir biçimde özetliyor.

Anlatmaya çalıştığım şey şu: Sizin dahil olduğunuz bir aidiyet, ne diğerlerinden daha üstün ne da daha aşağı seviyede. Burada tekrar yazının en başına dönüyorum müsaadenizle…

Bu da şu demek oluyor sevgili arkadaşlar, kıymetli dostlar: Siz rahatlıkla Japonya’da doğup Şintoizme dahil olabilir, Norveç’te doğup Ateist olabilir veya Polonya’da Varşova’da dünyaya gelip, en koyusundan  bir Katolik de olabilirdiniz pekala. Paris’te doğsaydınız çok büyük ihtimal Fransız olacaktınız. Afrika’da doğsaydınız siyahi…

Kendi seçimimiz olmayan herhangi bir aidiyeti (özellikle din ve milliyet başta olmak üzere) gereğinden fazla yüceltmenin aslında hiçbir rasyonalitesi yok. Wilhelm Reich, “Dinle Küçük Adam” isimli o incecik kitabında bu durumu harika bir biçimde anlatır. Okumanızı hararetle öneririm.

Geçenlerde Whatsapp’ta konuştuğum yabancı bir arkadaşımın, ben bunları söyleyince kafası birden karıştı. Konu dindi mesela. “Ben daha doğar doğmaz kilisede vaftiz edildim” dedi. “İyi ya, artık büyüdüğüne ve belli bir eğitime ve genel kültür seviyesine eriştiğine göre kendi kararını kendin verebilirsin.” dedim. (Tuğçe Kazaz’a selamlar.)

Doğduktan beş dakika sonra senin isteğin dışında gelişen bir takım olaylar neticesinde bir şekilde vaftiz edilmiş olman, rasyonel düşününce pek bir anlam ifade etmiyor.

Neye inanacağının veya inanmayacağının kararını günü geldiğinde, aklı erdiğinde her birey kendisi verebilir. Böyle olmasaydı 18 yaşından küçükler de oy kullanırdı herhalde…

Bu yüzden devletlerin dini olmaz. Bunlar Orta çağda bir anlam ifade ediyordu evet. Ancak İnsanlık; Reform, Rönesans, Aydınlanma başta olmak üzere çok önemli aşamalardan geçti ve bugüne kadar geldi.

Bir devlet her dine, her inanışa eşit mesafede yer almak durumundadır. Bu, kendisi için en iyi ve en uygun olana, bireylerin hür iradeleriyle bizatihi kendilerinin karar vermesi anlamına gelir. Devlet burada en fazla nötr yani tarafsız olabilir.

(Konuyu çok uzatmamak adına sadece parantez içinde bir iki şey eklemek istiyorum burada. Birincisi, Alman rahip Martin Luther’in hayatını* ve ikincisi yine basit bir örnek olması açısından Roma İmparatorluğunun Pagan inanışından bir gecede nasıl Hristiyanlığa geçtiğini araştırabilirsiniz.)

Ben çocukken televizyonlarda sürekli gösterilen bir film vardı mesela: Tanrılar Çıldırmış Olmalı (The Gods Must Be Crazy) Afrika’nın Kalahari Çölünde yaşayan ilkel bir kabilenin hayatından kesitler sunuyordu bu komedi filmi. Sizin inancınıza son derece ters gelebilir ama orada yaşayanlar için çıplaklık son derece sıradan bir olguydu mesela.

Afrika’nın kimi kesimlerinin yanı sıra, örneğin bugün Latin Amerika’da da bu şekilde yaşantısını sürdüren milyonlarca insan var hala. İsterseniz siz de bir gün bu insanların arasına takım elbise giyip Bond çanta ile dahil olarak katılımcı gözlem yapmayı deneyin. Hiç olmazsa böylece antropolojiye de bir katkınız olur.

Yani dünyada, aynı biyolojik çeşitlilik gibi, inanılmaz bir kültürel çeşitlilik var. Bu nefis bir zenginlik. Hiç kimsenin bunu tek tipleştirmeye hakkı yok. Ekolojik dengedeki bir türü yok etmek istiyor musunuz mesela? Diyelim ki sevmediğiniz bir tür var. Eklem bacaklılar olsun…

Evet ben de örümceklerden korkuyorum mesela ama onların soylarının tükenmesi için de uğraşmıyorum. Benim gibi giyinmeyen, düşünmeyen, yaşamayan insanlardan da nefret etmiyorum. Siz de etmemelisiniz. Hiç kimse etmemeli. En önemlisi ise, buna göre kimseyi ama hiç kimseyi yargılamaya hakkınız yok!

Benden küçük olanlara bir ağabey tavsiyesi, akranlarıma ve benden büyük olanlara ise dostça bir nasihat; lütfen ama lütfen kendi kişiliğinizi milliyetçiliğin veya dinin kolaycı aitliğinde şekillendirmeye çalışmayın. İnsan bu kadar basit bir canlı değil.

Okuyun, araştırın, öncelikle yeteneklerinizi ve kendinizi geliştirmeye bakın, toplam faydaya (hem vatandaşı olarak bağlı olduğunuz ülkeye hem de insan olarak dünyaya) bir katkı sunun. Yabancı dil öğrenin, empati kurmayı deneyin (Çok zor bir şey değil), seyahat edin, yeni insanlarla, farklı kültürlerle tanışın…

Kendiniz gibi olmayan, size benzemeyen, düşüncelerinizin paralellik veya benzerlik taşımadığı her bireyi/toplumu düşman olarak kurgulayan çağ dışı zihniyetlere de prim vermeyin! Vermeyin çünkü bu rahatlıkla örneğin ulusçu ön yargılara da yol açıyor.

Bu bakış açısının çığırtkanlığını da bütün ülkelerde en iyi siyasetçiler yapıyor. Çünkü en iyi bunun üzerinden besleniyorlar. Özellikle günümüzde bu nedenle popülist politikacıların sayısında inanılmaz bir artış göze çarpıyor. Ne yazık ki sağduyu ve akıldan uzaklaşıldıkça, dogmalar ve kalıp yargılar devreye giriyor…

Emir Kusturica’nın (Kendisi Sırp bir yönetmendir mesela) nefis bir filmi var: Çingeneler Zamanı. Burada mutsuz yaşantısından bunalıp intihar etmeye karar veren filmin başrol oyuncusu Perhan, boynuna geçirmek için ilmiği hazırlarken sokakta yanından yaşlı bir adam geçer ve ona ne yaptığını sorar. Perhan: “Görmüyor musun, kendimi asıyorum” diye cevap verir. Yaşlı adamın tepkisi ise unutulmazdır: “Sen değil, yalnızca politikacılar kendini asmalı!”

Sağlıklı günler.

Kaynaklar ve ileri okuma önerileri:

  • Benedict Anderson, Hayali Cemaatler Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul, 2017
  • Der. Eric Hobsbawm ve Terence Ranger, Geleneğin İcadı, Çev. Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2013
  • Özlem Kaygusuz, “Egemenlik ve Vestfalyan Düzen”, Küresel Siyasete Giriş: Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, Ed. Evren Balta, İstanbul, İletişim Yayınları, 2018
  • Ersin Kalaycıoğlu ve diğerleri, Karşılaştırmalı Siyasal Sistemler, Ed. Ersin Kalaycıoğlu & Deniz Kağnıcıoğlu, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2017
  • Ernest Renan, Ulus Nedir?, Çev. Gökçe Yavaş, İstanbul, Pinhan Yayıncılık, 2016
  • Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, İstanbul, Doğan Kitap, 2008
  • Ernest Geller, Uluslar ve Ulusçuluk, Çev. Büşra Ersanlı & Günay Göksu Özdoğan, İstanbul, Hil Yayın, 2018
  • *Martin Luther ile ilgili bir okuma önerisi için bakınız: Kaan Harun Ökten, “Martin Luther”, Siyaset Felsefesi Tarihi: Platon’dan Zizek’e, Ed. Ahu Tunçel & Kurtul Gülenç, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2017, s. 158-188

6 Comments

  1. Betül 2 Haziran 2020
    • Gezivita 2 Haziran 2020
      • Betül 2 Haziran 2020
        • Gezivita 2 Haziran 2020
  2. Hasan Hüseyin Şıvgan 24 Şubat 2024
    • Gezivita 27 Şubat 2024

Leave a Reply

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.