Avrupa Birliği Ne Yapmak İstiyor?
Herkese merhaba!
Daha önce yazmış olduğum bir yazıda, Avrupa Birliği hakkında kısa bilgiler paylaşmıştım hatırlarsanız. O yazım burada: Avrupa Birliği
Bunun yanı sıra, bir başka yazımda ise herkesin merak ettiği Uzun Süreli Vize Alma konusunda düşüncelerimi ifade etmiştim.
O da henüz okumayanlar için burada: Uzun Süreli Vize Almak Gerçekten Mümkün Mü?
Bugün ise bir başka konudan bahsetmek istiyorum. Kara haber tez duyulur.
Bir defa önce bu özlü sözümüzü hatırlayalım ve Schengen vize başvuru ücreti ne kadar diye soranlara, bu ücretin uzun zaman sonra 60 Euro’dan 80 Euro’ya çıktığını hatırlatalım.
Euro’nun ne kadar arttığı da hepimizin malumu zaten. Bu iş açıkçası giderek daha da can sıkıcı bir hal almaya başladı gerçekten…
Bunun yanı sıra, özellikle son dönemlerde Schengen vize başvurusu yapan Türk vatandaşlarının aldıkları ret sayılarında ciddi bir artış olduğunu görüyoruz.
Alttaki görselleri, 2019 yılı mayıs ayı içerisinde, Alman haber portalı DW’nin Türkçe sayfasından aldım.
Vizeyi alabilenler de çok sevinemiyor zira bu kez de uzun süreli vize almak neredeyse imkansız hale gelmiş durumda.
Evet vize bir şekilde çıkıyor ancak biz uzun süreli Schengen vizesi beklerken bir de bakıyoruz ki tek girişli, seyahat süresince veya toplamda bir ay geçerli vizeler…
Hatta hiç beklemediğimiz, Avrupa Birliği üyesi olan ancak dünya politikasında ismi neredeyse hiç geçmeyen, ikinci plandaki ülkeler bile tek girişli veya kısa süreli vizelerle herkesi şaşırtabiliyor.
80 Euro vize başvuru ücretinin yanında, toplamak zorunda olduğumuz ve insanı çıldırtan bin bir türlü evrak da cabası.
İnsanlar tüm bunlar beraberce düşünüldüğünde haklı olarak isyanın eşiğinde.
Birkaç gün önce, Facebook’ta üyesi olduğum seyahat gruplarından birinde bir kullanıcı aynen şöyle yazmıştı mesela:
Gelişmişlik düzeyi olarak bizden belkide 20 yıl geride olan Ukrayna ve Gürcistan vatandaşları bile AB’ye vizesiz seyahat edebiliyorken; Rusya, Azerbaycan, Ermenistan vb. gibi AB ile uzaktan yakından ilgisi olmayan, hatta AB’nin ulusal güvenliğine tehdit olarak gördüğü ülkelerin vatandaşları bile vize başvuru ücretinin yarısından muaf iken; bizden elli türlü evrak isteyen, full vize ücreti isteyen, bu da yetmezmiş gibi 20-30 € ücretli danışman aracı kurumu şart koşan, tüm bunları yerine getirsen bile 1 haftalık tek girişli vizeleri reva gören AB ülkelerinin bize yaptıkları düpedüz haksızlıktır, ikiyüzlülüktür. Bunu bu hale getiren siyasiler de asli derecede sorumludur, kusurludur. Bugün çıktısını alıp doldurduğum vize başvuru formunu daha önce de yaptığım gibi bir kızgınlıkla çöpe atıyorum. Zira, yaş ilerledikçe artık bazı şeyler zor geliyor insana..
O kadar haklı bir isyan, öylesine içten bir yakarış ki bu…
Yazının tamamına katılmasanız, bazı noktalarda hatalar ve fazlasıyla öznel ifadeler olsa bile (Örneğin hepimiz gayet iyi biliyoruz ki Türkiye yalnızca İstanbul’dan ibaret değil mesela) bu yorumda büyük oranda haklılık payı olduğu da yadsınamaz bir gerçek.
İşte bu yazımda bu durumun nedenlerini sorgulamak istiyorum biraz aslında.
Bir defa en başta şunu açıkça söylemek yerinde olur. Ne yazık ki AB’nin günümüzde aldığı kararların tamamına yakını siyasi.
Siyasi derken, bunun yalnız şu an görev yapan Türkiye’deki mevcut hükümetle de bir alakası yok aslında.
Bu durumu daha yakından kavrayabilmek adına, tarihsel süreçteki örneklere, gelişmelere ve Türkiye-AB ilişkilerine biraz daha yakından bakalım istiyorum.
Avrupa Birliği üç topluluktan oluşur: AKÇT yani Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (1952 Paris Anlaşması ile kurulmuştur), AET yani Avrupa Ekonomik Topluluğu ve EURATOM (Her ikisi de 1957 Roma Anlaşması ile kurulmuştur)
Roma Anlaşmasının AET’ye katılımını öngören 237. Maddesinin ilk fıkrası, 1986 yılında Avrupa Tek Senedi ile değiştirilmiştir. (AKÇT’deki Yüksek Otorite, bugünkü komisyonun temelini teşkil etmektedir.)
Türkiye’nin Avrupa Birliği yolculuğu ise bundan çok uzun yıllar önce, 1959 yılında başladı aslında. Bu, ilk resmi başvuru tarihidir.
O dönem, üstte yazdığım gibi birliğin ismi Avrupa Ekonomik Topluluğuydu.
1959 yılında, Yunanistan ile aynı dönemde AET’ye katılım için başvuruda bulunan Türkiye’nin üyelik başvurusunun üç temel nedeni vardı:
- Batı’ya yönelişi sağlamlaştırmak
- İktisadi büyümeyi hızlandırmak
- Yunanistan ile rekabette geri kalmamak
Daha sonra 1963 yılında AET ortaklık ilişkisi kuran “Ankara Anlaşması” imzalanmıştır.
Anlaşma; hazırlık, geçiş ve son dönem olmak üzere üç aşamalı bir süreç öngörüyordu. Şimdi bir an durun ve düşünün lütfen, kaç senedir bekleme odasındayız yani…
Bizim ilk başvurumuzdan sonra birliğe alınan, örneğin Portekiz, İspanya, Yunanistan gibi ülkeler, üye oldukları dönem itibariyle hiçbir şekilde üyelik kriterlerini karşılayamıyorlardı. Bu durumu biraz daha somutlaştırayım.
Örneğin Yunanistan, Albaylar Cuntası rejimi sonrası, 1974’te tekrar demokrasiye kavuştu.
Avrupa Komisyonunun, üstelik Yunanistan’ın ekonomik açıdan hazır olmadığını belirten ve üyeliğe karşı çıkan raporuna rağmen (Yeni bir ülkenin topluluğa üye olarak alınması durumlarında mutlaka komisyon görüşüne başvurulur), üye devletler 1976 yılında müzakere sürecini başlattı ve bu ülke 1981 yılında tam üye olarak örgüte dahil oldu.
Bu karar, tamamen üyeliğin Yunan demokrasisini güçlendireceği ve ülkenin Batı ile olan ittifaka olan bağlılığını sağlamlaştıracağı düşüncesiyle alınmıştır.
Portekiz’de 1932-1968 (Bu sürenin uzunluğuna dikkatinizi çekerim) arası iktidarda bulunan Salazar rejimi sonrası ülkenin bir şekilde elinden tutulup hızla kalkındırılması ve daha da önemlisi demokratikleştirilmesi gerekiyordu.
Bir başka benzer örnek İspanya. Özellikle İspanya’da tarımsal sektörün büyüklüğü ve olası bir göç ihtimali, ülkenin birliğe üyeliği konusundaki endişelerin en temel sebebiydi.
Ancak tüm bu saydığımız olumsuzluklara rağmen, sırf Güney Avrupa’da istikrarı sağlamak adına atılan adımlar çerçevesinde Portekiz ve İspanya da 1985 yılında, Yunanistan’ın hemen ardından topluluğa katıldı. AB tarihinde bu süreçlere “Genişleme” adı verilir.
Türkiye ise bu örnek üye ülkelerle kıyaslandığında, arada kesintilere uğramış olmasına karşın (askeri darbeler) çok daha uzun süreli bir demokratik rejime, parlamenter sisteme ve çok partili hayata sahip.
İyi ya da kötü, öyle ya da böyle, bu da bu işin bir gerçeği.
Hatta Türkiye, 1940’ların sonunda çok partili hayata geçtiği için, siyaset bilimci Prof. Dr. Ergun Özbudun’un son derece yerinde ifadesiyle, üçüncü değil, ikinci dalga demokrasiler arasında yer almaktadır.
Şimdi gelelim günümüze…
Arkadaşın Gürcistan ve Ukrayna ile yapılan Türkiye karşılaştırması tespitine bütünüyle katılıyorum bu anlamda.
Zaten dikkat ederseniz, ismi geçen bu her iki ülke de eski SSCB ülkesi. Yani Doğu Bloğu ülkeleri. (Ukrayna gezi yazılarım burada: Ukrayna Yazıları )
SSCB’nin ardılı olan Rusya ile Batı arasında hala Soğuk Savaş devam ediyor ve yaşanan tüm bu uluslararası gelişmeler üyelik süreçlerinde direk belirleyici rol oynuyor.
Berlin Duvarının yıkılmasından sonra, çok değil on beş sene içerisinde, Varşova Paktının Rusya hariç tüm üyeleri NATO veya AB çatısı altına girmişti.
2008 yılındaki Gürcü-Rus savaşının anıları da hala taze. Yazının en başında belirttiğim siyasi kısım işte bu.
Bildiğiniz gibi Gürcistan vatandaşları bundan bir süre önce AB içinde turistik amaçlı ziyaretler için vizesiz serbest dolaşım hakkını elde etti.
Alttaki fotoğrafı 2019 yılının mayıs ayında ziyaret ettiğim Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te çektim.
AB ve Gürcistan bayraklarının iç içe geçtiği bu meydanın ismi Avrupa Meydanı (European Square).
Görünen o ki, Gürcistan kendini yavaş yavaş AB’ye hazırlıyor. Ancak ortada çok ilginç bir durum var. O da AB’ye resmi üyelik şartları…
AB’ye katılım demek, Avrupa’da gerçekleştirilmeye çalışılan ekonomik ve siyasi birleşmeye dahil olmak anlamına geliyor.
Roma Anlaşması uyarınca, “her Avrupa ülkesi” AB üyesi olabilir.
1993 yılında yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması da, birliğe tam üyelik başvurusu için en temel şartın “Avrupalı devlet” olmak olduğunu belirtiyor.
Her ne kadar bu anlaşma -Maastricht Anlaşması- Avrupalılık konusunda net bir tanımlama yapmasa da, örneğin Fas’ın geçmişteki AB üyelik başvurusunun, konsey tarafından komisyonun görüşü bile alınmadan reddedildiğini biliyoruz.
Gürcistan’ın coğrafi konumu da, bu anlamda en ufak bir tereddüde yer bırakmayacak ölçüde net.
Bunun yanı sıra, AB konusunda Türkiye’nin en yetkin akademisyenlerinden biri olan Prof. Dr. Rıdvan Karluk, Türkiye’nin Avrupalı devlet olma özelliğinin, yazının üst kısmında bahsettiğimiz 1963 tarihli Ankara Anlaşması ile siyasal olarak onaylandığının altını çiziyor.
Hatta Karluk, bundan çok daha uzun bir süre önce, 30 Mart 1856 yılında imzalanan Paris Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğunun resmen Avrupalı kabul edildiğini ve Avrupa Devletleri Konseyine girdiğini belirtiyor.
Tüm bunlara karşın, Gürcistan ve Ukrayna vatandaşları Schengen alanında turistik amaçlı seyahatlerinde vizeden muaf.
Oysa Türk vatandaşları değil. Gördüğünüz gibi, bu siyaset oyununda arkadaşın da yorumunda yazdığı gibi, maalesef olan bizim gibi sıradan vatandaşlara oluyor bu durumda.
Gezmek istiyoruz, dünyayı daha yakından tanımak ve kendi ülkemizi de daha iyi tanıtmak istiyoruz ancak önümüze böyle yüksek ve aşılması güç setler çekiliyor.
Ve evet, Avrupa Birliği bu anlamda üstteki açıklama ve bilgilerden de net bir şekilde anlaşılacağı gibi gerçekten de fazlasıyla çifte standart yapıyor.
Özellikle de tarihsel ve güncel politik gelişmelerin çok belirleyici olduğu ve o ölçüde nesnellikten çoğu zaman uzaklaşıldığı görülüyor. Ama yapacak da çok fazla bir şey yok ne yazık ki…
Ancak yine de yurt dışına giden bizlere çok büyük bir görev düşüyor aslında.
Bize düşen, böyle bir ortamda yurt dışına çıktığımız zaman, Türkiye’yi anlatmak, demokratik ve seküler bir devlet olduğumuzu hatırlatmak ve Türkiye’nin yalnızca şu an görev yapan mevcut iktidardan ibaret olmadığını üzerine basa basa belirtmektir.
Bazılarına son derece tuhaf gelebilir, şaşırabilirler ancak gerçekten bu ülke hakkında yabancılar inanılmaz yanlış/eksik bilgilere sahipler.
İlber Ortaylı da, 2019 yılında ilk baskısını yapan Bir Ömür Nasıl Yaşanır isimli söyleşi kitabında, bununla ilgili son derece yerinde tespitlerde bulunarak, yabancılar arasında ülkemizi hiç tanımayanların veya ülkemiz hakkında çok yanlış fikirlere sahip olanların azımsanamayacak kadar çok olduğunu vurguluyor.
Ve ekliyor: bizim de bunlara karşı bir şeyler yapmamız gerekiyor.
Çünkü bu kötü imajı düzeltecek olan da yine bizleriz aslında. Bunda ilerleme kaydetmek için de mutlaka donanımlı ve hazır olmamız gerekiyor. Ancak bunu hocanın belirttiği gibi, hiddet veya hakaretten daha çok, akıl ve zeka ile başarmak şart.
Aslında bizim elimizde en başta Mustafa Kemal Atatürk gibi çok büyük bir evrensel değer var.
Dolayısıyla bilmeyenlere de onu tanıtmak, bu ülke vatandaşı olan, yurt dışı seyahati yapan, yurt dışında çalışan herkesin asli bir vazifesidir aslında.
Bu, inanın çok şeyi değiştirebilir. Bıkmadan, usanmadan bu fahri elçiliği yapmak zorundayız. Ülkenin imajı ancak bu şekilde düzelebilir. Sonrası da bir şekilde kendiliğinden gelir zaten.
Herkese vizesiz günler dileğiyle, selamlar, sevgiler.
Kaynaklar:
- Der: Ayhan Kaya & Senem Aydın vd, Avrupa Birliğine Giriş, Tarih Kurumlar ve Politikalar, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016
- Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği, Kuruluşu, Gelişmesi, Genişlemesi, Kurumları, Beta Basım Yayın, İstanbul, 2014
- Desmond Dinan, Avrupa Birliği Tarihi, Çev. Hale Akay, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2008
- İlber Ortaylı, Bir Ömür Nasıl Yaşanır Hayatta Doğru Seçimler İçin Öneriler, Söyleşi Yenal Bilgici, Kronik Kitap, İstanbul, 2019
Bu değerli yazını atlamışım. Bütün bu süreci çok iyi özetlemişsin. Günümüze baktığımızda zaten AB ülkelerinin çoğunun (senin yazında da geçenler) AB için yük olduğu net. Bana sorarsan ülkemiz için siyasi nedenler elbette başı çekiyor. Askeri darbeler, özellikle 80`li yıllardaki terör… Şu an Batı değerlerinden gittikçe uzaklaşmış, adaletin düzgün çalışmadığı, demokrasinin sınıfta kaldığı ülkemizde ne yazık ki AB`nin çok haklı nedenleri var. Her şey yolunda olsaydı da kapılar açılır mıydı ondan da emin değilim.
Ve evet, burdakiler bizi yanlış/eksik tanıyorlar. Ülkeme her gidişimde “korkmuyor musun?” diye soruyorlar. Çok şaşkınım. İçimden “manyak mısınız siz ya” diyesim geliyor. Onların gözüyle baktığımda (burdaki hayatın sakinliği, özgürlüğü, hakları açısından) haklı olarak endişe ediyorlar. Haberlere yansıyanlar korkutuyor insanları. İstanbul seçimlerinin tekrarı bile çok puan kaybettirdi bize. Ülkenin imajı bizim anlatmamızla düzelir mi bilmem, zor. Keşke… Yıllardır her yerde bıkmadan anlatıyorum, Pes etmek yok, arkamızda dünyada eşi benzeri olmayan Atamız var.
Uluslararası ilişkiler alanında giderek hakim olan bir görüşe göre, AB’nin de geleceği karanlık aslında. İngiltere’nin her ne kadar artık bir kördüğüme dönse de Brexit süreci de zaten bir süredir varolan dağılma dedikodularını daha ciddi ve gerçekçi bir konuma taşıdı. Evet söylediklerin doğru, özellikle 1960-1980 arası yaşananlar AB’nin ortak değerlerinden çok geri kalmamıza sebebiyet verdi ancak yazıda da belirttiğim gibi, alınanlar da alındıkları dönem itibariyle kriterlerin çoğunu karşılamıyordu. Güz döneminde okulda AB Bütünleşme Tarihi dersini verirken alanla ilgili daha fazla okuma yapma şansım oldu. Yapılan resmen çifte standart. Bu yanlış. Ama işte maalesef her şey güncel siyasete çıkıyor. Türkiye’nin imajı konusunda da çok haklısın, ben de yurt dışında duyduklarıma inanamıyorum, ülkemiz hakkında inanılmaz eksik/yanlış bilgiler var. Ama ülke içinde yaşananlar da bunda çok etkili elbette. Bıkmadan usanmadan anlatmamız gerekiyor, başka çare yok. Türk dendiğinde bir yabancının gözünün önüne sadece Araplar ve Arap kültürü geliyorsa, biz de kendimizi, farklı olduğumuzu anlatmak zorundayız.