Düşünceler

Düşünceler

Herkese merhaba!

Yazıya uygun bir başlık bulamadığım için böyle yazmayı tercih ettim. Düşünceler, Marcus Aurelius’un çok sevdiğim bir kitabının ismi aynı zamanda. Ben bu yazımda, son dönemde aklıma üşüşen, zihnimi kurcalayan genel bir takım düşüncelerden bahsetmek istiyorum aslında…

Kitap okumak, sanatla ilgilenmek lazım.

Yuval Noah Harari, “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens” isimli nefis kitabında (Hala okumadıysanız daha fazla geç kalmayın!) şöyle yazar:

Ortalama insan, kendi grubu dışından hiç kimseyi görmeden veya duymadan aylarını geçirebiliyordu ve yaşamı boyunca da toplamda birkaç yüz kişiden fazlasıyla karşılaşmıyordu.

Çünkü Sapiens nüfusu geniş alanlara çok seyrek biçimde yayılmıştı. Tarım Devriminden önce tüm gezegenin toplam insan nüfusu günümüz İstanbul’undan daha azdı.

Şu sıralarda ara ara elime alıp karıştırdığım bir kitap daha var: “İlber Ortaylı, Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” İlber hoca burada, özellikle de kitabın “Nasıl Seyahat Edilir” başlıklı kısmında çok güzel yorumlar yapmış.

Örneğin bir yeri gezmeye gitmeden önce mutlaka orası ile ilgili okumalar yapılması gerektiğinin, hatta mümkünse gittiğiniz yerde de okumaya devam edilmesi gerektiğinin altını çizmiş.

Bu, seyahatlerimin hemen hepsinde benim de yapmaya çalıştığım bir şeydi aslında. (Merak edenler için, seyahat kitapları ile ilgili yazmış olduğum yazım burada: Seyahat Konulu Kitaplar )

Bakü, Azerbaycan

Ancak hepsinden önemlisi en çok dikkatimi çeken şey, dünyanın müthiş bir kültürel zenginliğe, insan, düşünce, ideoloji, yaşantı çeşitliliğine sahip olması.

Düşünceler

Günümüzde, yazının girişinde Noah Harari’nin kitabında bahsettiğinden çok daha başka bir dünyada, teknoloji çağında yaşıyoruz. İletişim ve etkileşim imkanları neredeyse sınırsız, ulaşım seçenekleri sayıca hayli fazla.

Bugüne kadar 25’ten fazla ülke, 70’ten fazla şehir gezdim. İngilizce dışında bir yabancı dil daha öğrendim. (Bakınız: İtalyanca)

Hala öğrenmek istediğim başka diller var. Kaldığım hostellerde, Avustralyalıdan Meksikalıya, Japon’dan Fransız’a, Çinliden Amerikalıya kadar bir sürü farklı milletten, ülkeden, coğrafyadan insanla karşılaşıyorum, sohbet ediyorum, vakit geçiriyorum.

Bu ucu bucağı görünmeyen engin okyanusun içinde, insanların küçücük ve sınırlı bakış açılarıyla yaşaması, çevresine ve olaylara at gözlüğüyle bakması, sürekli kendisine benzeyenleri sevmesi ve kendisi gibi düşünüp yaşamayan herkesten nefret etmesi, milliyetçiliğin/dinin kolaycı aitliğinde kişiliğini şekillendirmesi giderek daha da tuhaf gelmeye başladı.

Hani bir söz var ya, “Kurbağa gökyüzünü kuyunun ağzı kadar zannedermiş” diye, tam da öylesi…

Vatikan Müzesinde yer alan Atina Okulu Freski

Daha da vahimi, insanların bu çığırtkanlığı yapan politikacıların koşulsuzca peşinden gitmesi. Sağduyulu ve rasyonel düşününce, bu durumun nasıl bir çılgınlık hali olduğunu insan daha da iyi anlıyor.

Sabah akşam nefret söylemi, sürekli birbirine hakaretler yağdıran insanlar bir parça huzur bile bırakmıyor.

(Bu konu ile alakalı olarak, “Türkiye’de Siyaset” başlıklı şu yazıma göz atabilirsiniz: Türkiye’de Siyaset ve Demokrasi)

Acropolis, Atina

Düşünceler

Stefan Zweig (Kendisi en sevdiğim yazardır), Rotterdamlı Erasmus isimli kitabında bu durumu çok güzel ifade etmiş:

Yalnız ve yalnız toplumun esenliğini amaç edinen bir ideal, geniş halk kitleleri için hiçbir zaman tümüyle yeterli olamaz.

Ucuz kafaların var olduğu yerde, salt sevginin yanı sıra, nefret de o karanlık hakkını ileri sürer ve bireyin ortaya atılan her düşünceden en kısa sürede kendi kişisel çıkarını sağlama eğilimini belirginleştirir.

Somut olan, elle tutulup gözle görülebilen, her zaman kitleye soyut olandan daha kolaylıkla nüfuz eder; onun içindir ki, bir ideal yerine somut nitelik taşıyan, yöneltilebilen, başka bir sınıfa, ırka ya da dine dönük düşmanlığı dile getiren sloganlar siyaset pazarında daha çabuk benimsenir.

Bologna, İtalya

Türk yazar, gazeteci ve düşünür Celal Nuri İleri de, Türk Dili Dergisi gezi özel sayısında (1 Mart 1973) yayımlanan, İsveç’i anlattığı yazıda benzer konuya temas ediyor. İleri şöyle yazıyor:

İsveç’e gelen Osmanlıların sayısı pek sınırlıdır. Memurlukla gelenlerden başka, bu güzel ülkeyi gezip görmeye gelenler üçü dördü geçmez. Oysa ki biz güneyliler için kuzeyden edinilecek yarar pek büyüktür.

Bu çevrede başka bir dünya, başka bir uygarlık göreceğiz. Karşılaştırma konusundaki yeteneğimiz artacaktır. Yalnız Batı ve Orta Avrupa’nın şaşakalmış ve tutkun bir aşığı olmaktan kurtulacağız.

İşte bu yüzden bol bol gezmek ve bol bol okumak gerekiyor. Tatil yapmak değil, imkanlar elverdiği ölçüde dünyayı gezmek, farklılıkları tanımak…

Daha çok gezmek, daha çok yeri görmek, daha çok insan tanımak ve daha çok okumak! Yine Zweig, bir başka kitabında (Yarının Tarihi) ise, bu kez okuma edimi hakkında şöyle yazıyor:

Yaşamımda ilk kez, okuma yazma bilmeyen biriyle, üstelik akıllı olduğunu bildiğim, bir arkadaş gibi konuştuğum, Avrupalı bir okuma yazma bilmeyenle karşılaşmıştım.

Şimdi ise dünyanın böyle yazıya kapalı bir beyne nasıl yansıyabileceğini düşünüyor, dahası bu yüzden acı çekiyordum. Okuyamamanın nasıl bir şey olduğunu gözümde canlandırmaya çalışıyordum. Kendimi o insanın yerine koyarak düşünmeye çabalıyordum.

Eline bir gazete alıyor ama gazetede yazılı olanları anlamıyor. Bir kitap alıyor, kitap; tahtadan ya da demirden biraz daha hafif, köşeli, renkli ama amaçsız bir nesne gibi elinde kalıyor, ne yapacağını bilmeksizin kitabı yine bırakıyor.

Bir kitapçının önünde duruyor; altın yaldızlı sırtlarıyla o güzel, yeşil, sarı, kırmızı, beyaz, dikdörtgen biçimli şeyler onun için resmedilmiş yemişlerden ya da camın ardından kokuları alınamayan kapalı parfüm şişelerinden farksız.

O insanın önünde Goethe, Dante, Schelley gibi kutsal adlardan söz ediliyor ama bu adlar ona hiçbir şey ifade etmiyor, cansız heceler, boş ve anlamsız bir yankı olarak kalıyor.

Bu zavallı insanın ölü bulutların arasından gümüş rengi bir ayın çıkıvermesi gibi tek bir kitap satırından doğabilecek büyük mutluluklardan hiç haberi yok.

Betimlenmiş bir yazgının ansızın bir okurun iç dünyasında yol açabileceği derin sarsıntıları tanımıyor. Kitabı tanımadığı için, bütünüyle kendi duvarlarıyla çevrili olarak karanlık bir yaşam sürdürüyor.

Bu ifadeleri ve Stefan Zweig’ın her biri başlı başına olağanüstü olan yapıtlarını da Almanca orijinalinden okumak isterdim doğrusu. Ancak yine de bizim çevirmenlerimizin de, Türkçenin sonsuz anlatım olanaklarından ustalıkla faydalanıp harika çeviriler yaptığını eklemem şart.

Rembrandthuis, Amsterdam

Düşünceler

İsterseniz şimdi gelin, Zweig’ın bahsettiği o büyük mutluluğa giden yolda küçük bir adımla başlayalım. Hem de bu yazıyı buraya kadar okuma zahmetine katlananlara benden bir armağan olsun.

Şimdi hemen Youtube arama kutucuğuna şunu yazın ve hiç vakit geçirmeden dinleyin: “Gary B.B. Coleman – The Sky is Crying” 

Mümkünse ortam sessiz olsun ve müziği derinden hissedin. Kendinize ama sadece kendinize bu şarkı süresini, tam 10 dakikayı bir ayırın. Ve beğendiyseniz bu yazıyı da dostlarınızla paylaşmayı unutmayın.

Burada da okumak isteyenler için Stefan Zweig ile ilgili yazım var: Stefan Zweig ve Sürgün

Sevgiler.

4 Comments

  1. Betül Sertbaş 18 Mayıs 2019
    • Gezivita 19 Mayıs 2019
  2. semi 18 Mayıs 2019
    • Gezivita 19 Mayıs 2019

Leave a Reply

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.