1933 Üniversite Reformu
Herkese merhaba!
1933 Üniversite Reformu denince aklınıza ne geliyor? Ya da daha önce hiç duymuş muydunuz? Üniversite reformunu ilk duyduğumda, kendim de üniversite 4. sınıftaydım. Yıl sanırım 2006 veya 2007 idi. Siyasi Tarih dersinde hocamız Prof. Dr. Hasan Berke Dilan anlatmıştı.
Konu, vizede veya finalde çıkacak denli derinlemesine işlenmemesine rağmen, sınavdan bağımsız olarak benim oldukça ilgimi ve dikkatimi çekmişti ilk andan itibaren. Sonra bunu biraz daha detaylı araştırmaya karar verdim. Bugün de size biraz bu konudan bahsetmek istiyorum.
1933 Üniversite Reformu, Atatürk dönemi Türkiye’sinin, genç cumhuriyetin en önemli eğitim hamlelerinden biriydi aslında. Belki de en az Köy Enstitüleri deneyimi kadar önemliydi. Zira Türkiye’deki üniversitelerde birçok kürsünün kurulmasına ön ayak olan bir gelişmeydi.
1933’te Almanya’da Adolf Hitler iktidara gelince, Yahudi kökenli birçok akademisyen, tıp doktoru, sanatçı ve bilim insanı bir süre sonra ülkeden ayrılmak zorunda kalır. Bunlardan bazıları yeni kurulan bir ülkenin eğitim hamlesine katkıda bulunması amacıyla Türkiye’ye davet edilir. Evet, o gencecik, pırıl pırıl, henüz emekleme dönemindeki cumhuriyete…
Üniversite reformu kurucularından olan bu Alman bilim insanlarının ilk akla gelenleri şunlardır: Gerhard Kessler, Fritz Neumark, Albert Malche, Ernst Hirsch, Hans Reichenbach, Rudolf Nissen, Ernst Reuter, Erich Auerbach… Örneğin Albert Malche, bizzat Atatürk’ten Türk yüksek okullarının reform gereksinmelerini saptamak ve buna uygun öneriler yapmak görevini alır.
1 Ocak 1933 tarihinde Darülfünun ismini değiştirir ve İstanbul Üniversitesi adını alır. Bundan tam yedi ay sonra, 1 Ağustos 1933 günü İstanbul Üniversitesi açılır. Fritz Neumark anılarında şöyle yazar: “1933 yılı ekim ortasında ayak bastığımız Türkiye Cumhuriyeti, henüz daha on yaşını doldurmuştu.”
Hatta dünyaca ünlü bilim insanı Albert Einstein –evet bildiğimiz Einstein- 17 Kasım 1933’te bir mektup kaleme alır. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ten, başka bilim insanlarının da ülkeye kabul edilmesini rica eder. O dönem Başbakan Refik Saydam, Milli Eğitim Bakanı Refik Galiptir.
Ancak maddi imkansızlıklar nedeniyle ancak sınırlı sayıda alım yapılabilmiştir. Buna rağmen, gelenler Türk eğitim hamlesine ve kültür hayatına faydaları ölçülemeyecek derecede katkıda bulunur. Hocaların azmi ve isteği takdire şayandır.
Örneğin tek kelimeyle inanılmaz bir yaşam öyküsüne sahip olan Ordinaryüs Profesör Doktor Ernst Hirsch, derslerini Türkçe anlatabilmek için hızla ona kucak açan ülkenin dilini öğrenmeye koyulur. Kendisine dil öğreniminde yardımcı olan kişi Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi Halil Arslanlı’dır.
O günden sonra profesör Hirsch, ileride kendisi de profesör olacak bu genç adamın Türkçe dersi öğrencisi olur! Prof Hirsch, dördüncü ders yılından itibaren tüm ders ve seminerlerini tercümana hiç ihtiyaç duymadan tamamen Türkçe vermeye başlar.
Kemal Yalçın, Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından basılan “Haymatlos: Dünya Bizim Vatanımız” isimli kitabında, Türkiye’ye göçmek durumunda kalan bu Alman mülteci bilim adamlarından bahseder. Hatta 1944 yılında Almanya ile olan diplomatik ilişkilerimiz tamamen kopunca, bunlardan ülkelerine geri dönmek istemeyenlerden bazıları Haymatlos durumuna düşerler. Yalçın, Haymatlos Dünya Bizim Vatanımız isimli kitabının sunuş kısmında şöyle der:
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde hocalık yapmış olan Prof. Dr Kessler, Almanya’ya döndükten sonra yaptığı bir konuşmada, “Asil ve şövalye ruhlu Türk halkına tanıdığı bu olanaktan dolayı devamlı minnettar kalacağım” derken, aslında Türkiye’ye sığınmış birçok Almanın da duygularını dile getirmiş oluyordu.
Sonra ben lisansı tamamladım, üniversiteden mezun oldum, aradan yıllar geçti. Eğer yanlış hatırlamıyorsam 2011 yılında mail kutuma bir elektronik posta düştü. Yapı Kredi Yayınları Sermet Çifter Salonunda gerçekleşecek bir söyleşiyi haber veriyordu. Konu benim hiç de yabancısı olmadığım bir olaydı: Üniversite reformu. Soğuk bir kış akşamı Taksim’in, İstiklal Caddesinin yolunu tuttum tek başıma. Yanımda Fritz Neumark’ın Boğaziçi’ne Sığınanlar isimli kitabı da vardı elbette…
Konferansta tek bir konuşmacı vardı: Mesut Ilgım. Ilgım bir saate yakın konuştu. Uzman olmadığını belirtse de, konu hakkında söylediklerini hayranlıkla dinlediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Türkiye’ye iltica eden profesörlerden bazılarının çocuklarıyla hala görüştüğünü söylemişti.
Peki, ben bütün bunları neden anlattım? Kitaplarımı karıştırırken Einstein’in mektubunu görünce bu konuyu yazmak geldi içimden bu defa. Ayrıca Cumhuriyeti kuran kadronun vizyonunu, ufkunu, zekasını, ileri görüşlülüğünü göstermek için tabii. Ve aynı ülkenin şu an geldiği, daha doğrusu getirildiği noktayı görüp kahrolduğum, içim parçalandığı için…
Bitirirken bir alıntı paylaşmak istiyorum. Marcus Aurelius, Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Düşünceler isimli kitabında şöyle yazar:
Eğer biri, fikirlerimin ve eylemlerimin yanlış olduğunu kanıtlayarak beni ikna ederse, seve seve değiştiririm onları, çünkü benim aradığım gerçekliktir, gerçeklikten kimse zarar görmez, yanılgılarında ve bilgisizliklerinde direnenlerden başka.
Bu yazıda yararlanılan kaynaklar ve konuya ilgi duyanlar için ilgili okuma önerileri:
Fritz Neumark, Boğaziçi’ne Sığınanlar, Neden Kitap
Ernst Hirsch, Anılarım, Tübitak Yayınları
Kemal Yalçın, Haymatlos Dünya Bizim Vatanımız, Türkiye İş Bankası Yayınları
Arnold Reisman, Nazizmden Kaçanlar ve Atatürk’ün Vizyonu, Türkiye İş Bankası Yayınları
Burada da okumak isteyenler için iki farklı konuda yazmış olduğum yazılar var:
Bir başka yazımda tekrar görüşmek dileğiyle, şimdilik hoşça kalın!