Nasıl Geziyorum? (Bölüm 2)
Yeni bir yolculuğun müjdesi bir borazan gibi ötünce, özlem dışarıya fırlar, yayıldıkça yayılır, kavrar bütün benliğinizi. Mutluluğa bir daha ereceğinize inanamaz, umudunuz gerçekleşsin diye sabırsızlanırsınız.
Azra Erhat
Tekrar merhaba!
Hatırlayacağınız üzere, yazının ilk bölümünde seyahate çıkmadan önce yaptıklarımı bir bir anlatmış, uzun bir araştırma ve hazırlık süreci olduğundan örnekler vererek bahsetmiştim.
Umarım o kısım yeterince faydalı ve açıklayıcı olmuştur. Okumayanları önce buraya, yazının birinci bölümüne alalım isterseniz: Nasıl Geziyorum?
Bu defa, yolculuk başladıktan sonra yani gezerken neler yaptıklarımı anlatacağım size. Gezerken, seyahatlerim sırasında neler mi yapıyorum? Eğer hazırsanız hemen başlayalım. Buyursunlar efendim!
2-Seyahat Sırasında
15. yüzyılda Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına varması ve bunun hemen ardından Vasco De Gama’nın Afrika’nın çevresini dolaşarak Hindistana ulaşması dünyada büyük bir şaşkınlık yaratır. Bu dakikadan sonra asıl mücadele, keşiflerde itici bir rol alan İspanya ve Portekiz arasındadır.
Kolomb’un denize açıldığı Nina, Pinta ve Santa Maria gemilerinin bir maketini Budva gezisi sırasında, Budva Kalesi Citadel’de görmüştüm. Kristof Kolomb bu yolculuğu sırasında pusuladan da fazlasıyla yararlanmayı bilmiştir.
Bunun yanı sıra, o dönem çizilmiş kimi gelişmiş haritalar da vardı. İşte bunlardan biri, 1570 tarihli, Abraham Ortelius’un Terrarum isimli kitabında yer alan Amerika kıtası haritasıdır. Altta gördüğünüz, “Yeni Dünyanın Yeni Tasviri” isimli harita…
Türk denizciliğinin büyük ismi Piri Reis’in haritaları da oldukça önemlidir. 1929 yılında, Atatürk’ün emriyle müzeye dönüştürülen Topkapı Sarayının hazine dairesinde yapılan envanter çalışmaları sırasında el yapımı bir harita parçası bulunur. Atlas Okyanusu kıyılarını içeren haritanın kenarındaki küçük bir nottan, bu haritanın Piri Reise ait olduğu anlaşılır.
Bu harita, Piri Reis’in Bahriye isimli eserinde değindiği dünya haritasının bir parçasıdır. Denizci, haritaya eklediği bir notta, bunu yaparken yararlandığı kaynaklardan biri olarak, daha önce Kolomb tarafından yapılmış bir haritadan da söz eder.
Peki ben bütün bunları neden anlattım? Bir kentin sokaklarını, caddelerini haritalardan daha güzel hiçbir şey anlatamaz da ondan. Bu nedenle ben de gittiğim yer neresi olursa olsun, mutlaka oraya ait bir kağıt harita edinirim her şeyden önce.
İlhan Berk, Pera isimli kitabında şöyle der: “Haritalar yalınlığın, tokluğun, açıklığın ta kendisidir. Ayrı bir dildir. Hem çizginin dili hiçbir şeye benzemez. “
Sürekli hostellerde kaldığım için, gider gitmez genelde oradan ücretsiz bir şehir haritası ediniyorum. Hemen her hostelde bulabilirsiniz. Bunun yanı sıra, şehir kartları (I Amsterdam Card, Stockholm Pass vs.) satın aldığınızda büyük ihtimal onunla da bir tane detaylı şehir haritası verilir kendiliğinden…
Bunlardan hiçbirini yapmadıysanız da çözümü var. Yani diyelim ki, ne şehir kartı satın aldınız gittiğiniz yerde, ne de hostelde kaldınız. Para ile satın almak da istemiyorsunuz. O zaman, her şehirde mutlaka olan turizm bilgi ofisleri size bu haritayı ücretsiz verir zaten.
Tek yapmanız gereken şey, bir Tourist İnformation Office bulmak, içeri girip ücretsiz bir şehir haritası sorup almak. Bunlar tamamen ücretsiz oluyor, hediyelik eşya dükkanlarından parayla satın almanıza falan da hiç gerek yok. Her ikisi de aynı kalitede ve aynı işi görüyor.
Evet, ben gezerken elimdeki bu haritayı sürekli inceliyorum, üstelik telefona hiç dokunmadan, interneti neredeyse hiç kullanmadan nerede olduğumu kestirmeye çalışıyorum. Biliyorum, teknoloji günümüzde günlük hayatımıza fazlasıyla yerleşti. Artık her bir şeyi cep telefonumuzdan bir tıkla rahatça halledebiliyoruz.
Ancak yalnızca bu kağıt haritaya bakarak gideceğim yönü tayin etmenin verdiği mutluluk tarif edilemez bir his. Ücretsiz ve offline çalışabilme özelliğine sahip Maps.me isimli aplikasyondan, En kullanışlı seyahat uygulamaları başlıklı yazımda söz etmiştim.
Bu aplikasyon gerçekten işe yarıyor. Size de elbette öneriyorum. Ancak ben özellikle kağıt haritaları tercih ediyorum çünkü gezerken aynı Piri Reis’in yaptığı gibi haritanın üzerine küçük küçük notlar almak, turistik noktaları işaretlemek çok daha pratik ve keyifli geliyor bana.
Üstelik gezmeye başladıktan kısa bir süre sonra yön duygunuz da kendiliğinden gelişiyor ve bir yerden başka bir yere, yalnızca bu kağıt haritaya bakarak nasıl gidebileceğinizi anlıyorsunuz. Yine bir süre sonra iki yer arasındaki mesafenin ne kadar olduğunu da rahatça kestirebiliyorsunuz.
Ayrıca kağıt haritayı açtığınızda genişçe bir alanın tümü gözünüzün önüne seriliyor, telefonda ise ancak ekranın izin verdiği ölçüde bir alanı görebiliyorsunuz. Bence bu çok ciddi bir fark ve kağıt haritanın telefona göre çok çok önemli bir artısı. Bir yerin yanında yöresinde ne var, hızlıca bir çırpıda görebilmek önemli. Üstelik telefonun şarjı biter, internetiniz olmaz ama kağıt harita her zaman göreve hazır!
Kısacası elimde haritayla dolaşmak ve bunu her an elimin altında bulundurmak, seyahatlerim sırasında yaptığım en öncelikli şeylerden biri. Sırt çantamda hep bir harita olur. Onun yanında kalem ve bir de önemli yerleri renkli işaretlemek için fosforlu kalem…
Hostellere varır varmaz ilk yaptığım şeylerden biri de orada bulunan etkinlik broşürlerini incelemek. Hemen hemen her hostelde bu türden broşürler bulabilirsiniz.
Bazen yukarıdaki fotoğraftaki gibi koca bir duvarda bu türden broşürler asılıdır, bazen resepsiyonda ödeme yaparken bankoda gözünüze çarparlar bazen ise ortak alandaki masaların üzerinde bulunurlar.
Peki bunları detaylıca incelemek ne işe yarar? Bu broşürlerde şehirdeki ücretli veya ücretsiz etkinliklerle ilgili (Örneğin şehir turları) reklam amaçlı bilgilendirmeler olabileceği gibi, yakın zamanda şehirde gerçekleşecek kültür sanat etkinlikleri (Konser, müze turu vs. ) ile ilgili duyurular da bulunabilir.
Dolayısıyla benim gezerken yeni bir şehre varır varmaz yaptığım ilk şeylerden biri, mutlaka ama mutlaka bu broşürlere bir göz atmak oluyor. Zira buradan çok güzel etkinlikler bulmak mümkün…
Gelelim ikincisine… İkinci olarak yürümek, yürümek ve daha da çok yürümek geliyor elbette! Hiç ölçmedim ama seyahatlerim sırasında toplamda kilometrelerce yürüdüğümü söyleyebilirim.
Bir kenti keşfetmek istiyorsanız yürümek, ara sokaklara dalmak ve kimi zaman da kaybolmak zorundasınız çünkü. Kaybolmuyorsanız, birine adres sormak zorunda kalmıyorsanız, her işi az önce söylediğim gibi telefondan hallediyorsanız, bilin ki o kenti çözemezsiniz, benden söylemesi!
Bir tur rehberinin arkasında aynı yerleri gezip görmek veya tek başına gidip sürekli olarak toplu taşıma araçlarını kullanarak gezmek, o şehri keşfetmenizin önündeki en büyük iki engel.
Ben şahsen şehrin büyüklüğüne ve gezilecek yerlerin konumuna bağlı olarak elbette toplu taşıma araçlarını da kullanıyorum.
Örneğin Berlin, Viyana gibi büyük şehirlerde sürekli yürüyerek turistik yerlere ulaşmak çok zor. Çünkü buralarda görülecek yerler farklı farklı noktalara dağılmış durumda.
O yüzden bu iki kente gidecekseniz mutlaka toplu taşıma kartı almanızı öneririm. Ancak örneğin Bratislava, Wroclaw, Vilnius, Minsk, Lviv, Kopenhag gibi kentler bu açıdan biraz daha rahattır ve toplu taşımayı hiç kullanmadan veya çok çok az kullanarak da her yeri yürüyerek gezebilirsiniz.
Benim kullandığım yöntem ise şu: Önce -yazının birinci bölümünde belirttiğim şekilde- gidilecek yerleri belirle, buna göre kafanda bir plan yap ve yürüyebiliyorsan hepsine yürü. Yorulduğun yerlerde veya yürünemeyecek kadar uzak yerlerde ise toplu taşımayı kullan. İşte bu kadar basit.
Burada da genelde trafik diye bir derdi olmadığı için hep metroyu kullanmaya çalışıyorum. Ancak elbette otobüs kullandığım da oluyor. Örneğin Atina’da metro sefer aralıkları çok uzun, bu gerçekten büyük bir dezavantaj. (Sefer aralıkları kimi zaman 8-12 dakika arasında değişiyor, bu bilgiyi not edin.)
Viyana metrosu ise tek kelimeyle olağanüstü! Hem dakik, hem sefer aralığı sık, hem de bağlantılar hiç kafa karıştırmadan seni istediğin yere çabucak ulaştıracak şekilde kolay…
Roma metrosu ise çok kalabalık mesela. Termini gibi ana duraklarda bazen İstanbul metrosunda olduğu gibi birkaç araç birden beklemek zorunda kalabiliyorsunuz. Binmek mümkün değil. Şu aşağıdaki kalabalığa bir bakın lütfen. Aynı İstanbul…
Örneğin Roma’da o an bulunduğunuz yere yakın bir noktaya gidecekseniz metroyu kullanmaktansa yürümek daha avantajlı. İstediğiniz yere böylece daha çabuk ulaşabilirsiniz. Yani kısacası toplu taşıma aracı kullanım sıklığınız gideceğiniz şehre göre değişiyor. Burada her yer için geçerli bir standart yok.
Peki yürümek bana/insana neler kazandırıyor? Bir defa sağlık açısından önemli. Form tutarsınız hiç olmazsa. Yedikleriniz erir. Sonuçta bir nevi egzersiz yapmış oluyorsunuz.
İkincisi yürümek, yürüyerek bir şehri gezmek keşfetme duygusunu geliştiriyor. Benim gibi algılarınız açık bir şekilde, etrafı dikkatlice inceleyerek yürüdüğünüz zaman ilginç yerlerle karşılaşabiliyorsunuz. Bu da ekstra bonus.
Bu, turizm rehberlerinde hiç yer almayan şirin bir kafe, pek turistik olmayan küçük bir müze veya sessiz bir park olabilir. Özellikle de böyle durmaksızın yürürken tesadüfen denk geldiğiniz bu tür yerler size inanılmaz keyif veriyor aslında. Ya da bir etkinlik!
Evet, aniden önünüze çıkan bir kültür sanat etkinliğine de denk gelebilirsiniz bu şekilde. Bundan az sonra bahsedeceğim.
Yani yürürken bir yandan da gözünüzle dört bir yanı taramanızı öneririm. Sırf yürümüş olmak için de yürümeyin. Ben asıl ulaşmak istediğim hedefe giderken daha önce çok yere uğramışımdır bu şekilde…
Bu ekstra geziler nedeniyle gittiğim yerlerde rahatça zaman geçiriyorum. Günün nasıl bittiğini anlamıyorum bile. Biliyorsunuz, ben tek başıma geziyorum. Genelde tek başına gezmenin sıkıcı olduğu düşünülür. Halbuki bu şekilde gezerken zaten sıkılacak vakit de kalmıyor doğrusu.
Hemen somut bir de örnek vereyim buna. Berlin’de dünyaca ünlü bir Müze Adası (Museumsinsel) var. Burada ziyaret edilebilecek birden fazla müze yer alıyor: Altes Museum, Neues Museum, Pergamonmuseum, Bode Museum…
Bunların her biri özel olmakla birlikte en çok öne çıkan ikisi Pergamon Müzesi ile Altes Müzesi diyebilirim. Berlin gezi planı yapıyorsanız aklınızda bulunsun.
Berlin’e gittiğim zaman, ikinci günümde Pergamon Müzesine uğradım. Buranın giriş kapısını ararken tesadüfen önüme çıkan bit pazarında şahane kitaplar ve bira bardakları buldum!
Üstelik burada satılan kitapların hepsi kelepirdi ve tüm kitapların 5 Euro’ya satıldığı rafta, siyah beyaz fotoğraflarla süslü harika bir Berlin kitabı beni bekliyordu.
Berlin’in geçmişine, daha doğrusu tam tarih olarak 19. yüzyılın başına ait siyah beyaz fotoğrafların Almanca açıklamalarıyla yer aldığı bu kitap, Paris gezi günlerim sırasında uğradığım Zafer Takında satın aldığım kitabın bir benzeriydi. Nasıl sevindiğimi size anlatamam!
Müze giriş kapısını ararken etrafa dikkatli gözlerle bakmasaydım muhtemelen burayı göremeyecektim. Üstelik burası görülmesi gereken yerler listemde de kesinlikle yer almıyordu.
Veya burayı gördüğüm halde, bir şey çıkmayacağını veya burada harcayacağım olası zamana değmeyeceğini düşünerek hiç uğramamak da bir seçimdi elbette. Ama ben bunu yapmadım…
Bir başka örnek vereyim. Vilnius gezilecek yerler listesi hazırladım ve şehre ulaştım. Kaldığım hostelin hemen karşısında bir halk pazarı gözüme çarptı. Daha doğrusu pazar olduğu dışarıdan pek anlaşılmıyor, mimari yapısı ilgimi çekince bir binadan içeriye girdim.
Girdiğim zaman buranın çeşitli farklı gıda ürünlerinin satıldığı bir çeşit halk pazarı olduğunu anladım. Ancak satılan yalnızca gıda ürünleri ve yemek değildi. Bunun yanı sıra giyim mağazaları falan da vardı. Fiyatlara baktım, fiyatlar da uygun… Düşük fiyatlı bir semt pazarı yani. Buranın ismi Hales Turgus (Halle Market)
Ancak hepsinden önemlisi, tesadüfen denk gelip dış cephesiyle dikkatimi çeken bu binada bir Türk bakkalına rastladım! “Bunda ne var ki, Türkler her yerde” diye düşünebilirsiniz.
Bu doğru ancak Vilnius bu yazının birinci bölümünde bahsettiğim ayrıntılı gezi planıma göre sonda yer alan şehirlerden biriydi ve yaklaşık üç haftalık süre zarfında Türk yemeklerinden mecburen yeterince ayrı kalmıştım.
Yurt dışında Türk yemeklerini her yerde kolay kolay bulamıyorsunuz. Bulsanız da lezzet farkı bariz bir şekilde hissediliyor. Alıştığınız her zamanki tat genelde olmuyor. Eh, Türk kahvaltısı falan zaten hak getire, bulmak çok zor, gözümde tüten şeylerin en başında o geliyor…
Neyse, bu bakkalın içinde bir de ne göreyim? Raflar dolu. Hem de ağzına kadar. Peki neyle dolu? Kayısı reçeli, vişne reçeli, yumurta, bulgur, pilaki, artık aklınıza ne gelirse…
Vilnius’a gezmeye gideceklerin mutlaka aklında olsun, kahvaltı ve yemek malzemelerinizi buradan satın alıp kendiniz pişirebilirsiniz. Bu tesadüfi keşif, benim için bir altın madeni bulmak gibiydi adeta.
İspanyol romancı ve gezgin Juan Goytisolo’nun bir kitabı var: Osmanlı’nın İstanbul’u. Yazar bu kitabı yazabilmek için 1980’li yılların ortasında İstanbul’a geliyor.
Kitabın Türkçe çevirisini yapan Neyyire Gül Işık’ın söylediği gibi, tükenmez bir merak ve hevesle İstanbul sokaklarını arşınlıyor, ismine kent adı verilen bu çok dilli metni taşların dilinden dinliyor.
Ve dışarıdan ilk bakışta son derece sıradan gibi görülen bu taşlar yazara, 27 yüzyıl önce bir kahinin işaretlerine uyularak kurulmuş olan bu kentin parça parça tarihini çiziyor…
Ben, üstelik gezdiğim şehirler hakkında bir kitap yazmak amacı taşımadığım halde, İspanyol yazarla aynı metodu kullanarak geziyorum.
Çevirmenin de son derece yerinde bir şekilde belirttiği gibi, gezdiğim kenti “sokakların dilinden” dinliyorum. Onlarla konuşuyorum. Karşılaştığım her tarihi bina, aniden daldığım her sokak, ziyaret ettiğim her bir müze başka bir hikaye anlatıyor geçmişe dair. Dikkat kesilirseniz, duymamak imkansız!
İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Kayseri, Nevşehir, Isparta, Kastamonu, Bursa, Atina, Sofya, Graz, Viyana, Paris, Blois, Reims, Rouen, Löwen, Liège, Bruxelles, Vervier, Den Haag, Groningen, Amsterdam, Roma, Napoli, Genova, San Giminiano, Sienna, Piza, Floransa, Trieste, Venedik, Padova, Zürich, Basel, San Gallen, Hamburg, Bremen, Würzburg, Aachen, Düsseldorf, Bonn, Köln Wuppertal…
Doğdum, okula gittim, gezdim tozdum, sevdim, korktum, sevindim, öldüm öldüm dirildim, yazdım çizdim, düşündüm bu kentlerde, – daha nicelerinde. Ya görmediklerim, gitmediklerim? Görmeden vurulduğum köyler, gitmeden ayrılamadığım kentler…
Kırlarıma, köylerime gelince, adlandırmaya ne gerek -işte dağlarım, derelerim, ormanlarım, bayırlarım, yeşilim, mavim, çiçeklerim, yollarım, evlerim. Gecelerinde gündüzlerinde heyecandan sıçradığım, yelleriyle uçtuğum, karlarıyla oynaştığım, “iyi -ki- buralara- geldim!” coşkusuyla kendimden geçtiğim kırlar, köyler, kentler.
Peki, nerde sık sık unutulan kutuplar, uzak karalar? Çöller, okyanuslar, yanardağlar nerede? Nerde deniz gibi göller, aşılmaz engebeler aşan ırmaklar? Herkes gibi bende de bu eksik mi eksik bir kent -kır- köy yaşantısı kımıl kımıl. Oysa özlem büyük, büyük mü büyük -köy-kent özlemi. İyi havada, kötü havada güzellikleri, çirkinlikleriyle, her biri kendine özgü bir Güneş kentler, köyler… (Nermi Uygur, “Kentler, Köyler”, Cogito, Yaz 1996, Sayı 8, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul)
Gezerken insanlarla, özellikle de o yörenin insanlarıyla sürekli konuşuyorum. Yerel insanlarla olan iletişiminiz alışveriş pazarlığından veya mecburi bir sohbetten bir adım öteye geçmeli mutlaka.
Yoksa şu yazımda bahsettiğim gibi yalnızca sıradan bir turist olarak kalır, asla gerçek bir gezgin sıfatına erişemezsiniz… İlgimi ve dikkatimi çeken bir şeyi herhangi birine soruyorum. Çekinmeden. Küçük Prensi düşünün. O son derece meraklı bilge çocuğu…
İletişime geçeceğiniz kişi bir müze görevlisi olabileceği gibi, lokantada çalışan bir garson veya en basiti hostelde çalışan resepsiyonist de olabilir. Fark etmez. Elbette örneğin tren bileti almak için gittiğiniz gişedeki her bilet görevlisiyle de sohbeti iyice koyulaştırın demiyorum.
Genelde ilk ve son söylediğim kişiler, ortadakine göre meslekleri ve görev tanımları gereği size bir şeyler anlatmaya daha hevesli olurlar. Ancak bazen tam tersi de olabiliyor. Hiç beklemediğiniz birinden diğerlerinden daha faydalı şeyler öğrenebiliyorsunuz.
Örneğin adres sormak için yoldan çevirdiğiniz herhangi biri size asıl gideceğiniz yerden daha farklı bir yeri de önerebilir pekala.
Minsk’te başıma buna benzer bir şey geldi mesela. Hostelde beraber kaldığım Türk gezgin Tolga, laf arasında bana Minsk’e yaklaşık bir saat mesafede yer alan Dudutki isimli bir köyden bahsetti. Bu benim yapmış olduğum gezi planında yoktu. Dahası, ismini hiç duymadığım bir yerdi. İlgimi çekince internetten araştırmaya karar verdim.
Biraz araştırdıktan sonra kesin kararımı vermiştim! Onun sayesinde, bir anda Minsk gezi planı içine Dudutki Köyü de eklenmiş oldu. Sizin de aklınızda olsun. Yarım gününüzü veya birkaç saatinizi Dudutki Köyüne ayırabilirsiniz.
Minsk otobüs terminalinden otobüsler kalkıyor. Ben beğendim, gittiğime de hiç pişman olmadım. Yani hiç ummadığınız birinden hiç ummadığınız anda bir şeyler öğrenebilirsiniz. Bunu söylemeye çalışıyorum.
Ben zaten hayatta herkesin herkesten bir şeyler öğrenebileceğine inanan bir insanım. İletişim kurmaktan korkmayın. Elimde kalem ve kağıt, sürekli not alarak geziyorum. Ama bunu sürekli yapıyorum.
Bir müzede rastladığım ilginç bir tablonun dikkat çekici bir yanı varsa örneğin, unutmamak adına hemen bu bilgiyi not alıp fotoğrafını çekiyorum. Minsk’te yer alan Belarus Ulusal Sanat Müzesinde, dünyaca ünlü ressam Ivan Ayvazovski’nin muhteşem tablolarına denk gelmek, benim için mutluluk verici bir tesadüf oldu mesela…
Ivan Ayvazovski ismini duymuş muydunuz? Eğer duymadıysanız mutlaka bu isme dikkat edin! Ressamın İstanbul ile ilgili de nefis tabloları var. Zaten bu müzede onun tablolarına büyükçe bir oda özel olarak ayrılmıştı.
Gezdiğim birçok şehirde öğrenci kartına sahip olmanın bilet fiyatlarında ciddi indirimlere yol açtığını gördüm. Bunları yer isimleriyle birlikte tek tek not alıyorum. Wroclaw tekne turu için bile, öğrenci kartınız varsa indirim yapılıyor örneğin. İşte bunları hep yazıyorum.
Gelmeden önce yaptığım plan doğrultusunda gezerken, elbette ziyaret ettiğim yerler ve şu ana dek bahsetmeye çalıştığım, öğrendiğim yeni bilgiler aklımda, zihnimde onlarca, yüzlerce farklı düşünce ve fikir uyandırıyor kendiliğinden. En önemlisi de, blogta yayınlamak için hazırladığım yazıların malzemesi bu şekilde oluşuyor işte.
Akşamları, yani gezdikten sonra hostele geldiğimde ise, gündüz çala kalem aldığım bu notları derhal temize çekiyorum. Bunu her gün düzenli olarak yaptığımı söyleyemem. Ama gün aşırı da olsa mutlaka yapmaya çalışıyorum diyebilirim.
Bu aşamada yazmak önemli yoksa unutuyorsunuz. Hele birkaç gün ara verirseniz yandınız. Fotoğraf veya video bile çekseniz fark etmez, söz ve görüntü uçuyor, yazı her halükarda kalıyor… Üstelik ilham perisi her zaman yanınızda olmayabilir. Aklınıza bir şey geldiğinde unutmamak adına o an not almaya mecbursunuz.
Önce şiir şehirler. Galiba bütün İtalyan kentleri bu kategoride yer alıyor, ama hepsinden önce Venedik, sonra da hiç görmediğim ama bir gün görürsem bir Dejavu yaşayacağıma emin olduğum Floransa ve elbette pasaklı Napoli, Juliette’in Verona’sı ve daha bir sürüsü.
Sonra roman şehirler. İçine girdiğiniz zaman kendinizi bir romanın örgüsü içinde bulursunuz. Bitişik ama eklemleşmemiş katmanlar şehrin geçmişini bir açık hava müzesi gibi gözler önüne sererler. (Bakmasını bilen gözlerin önüne)
Her roman şehir farklı bir romandır. Paris’inkiyle İstanbul’un‘un veya Romanın veya Moskova’nınki birbirine hiç benzemez. İyi günler ile kötü günler aynı tarihsel düzlemde çakışmaz. Paris’te barikatlar kurulurken İstanbul’da Lale Devri yaşanır, Moskova’da ihtilal varken İstanbul’da işgal vardır; Roma kahverengi gömleklerin elindeyken Paris vur patlasındadır.
Romanı tarih belirler ama coğrafya da üslubunu belirler. Paris’in göz alabildiğine uzanan düzlüğüne karşılık Roma ve İstanbul’un yedişer tepesi; İstanbul’un denizine karşılık Paris’in Seine’i, Romanın Tiber’i ve Moskova’nın Moskova Nehri elbette romana damga vururlar.
Tarihe nazaran bu büyük oyuncuların yanında daha mütevazi kaderleri olan hikaye şehirler de vardır. Büyük tarihe zaman zaman dahil olan ama öbürlerinin çoğu itibariyle bunun kıyısında kalan, büyük tarihi belirlemekten çok onun tarafından sürüklenen bu kentlerin hayatında bazı hikayeler vardır.
Örneğin Brugge veya Amsterdam’ın dünya ticaretinin merkezi oldukları dönemler veya gümüş sayesinde hiç yoktan varolan, görkemli bir hikayenin ardından unutulmuşluk ve yalnızlığın içinde ömür tüketen Potosi; Bizans ve Osmanlı dönemlerinde çeşitli gel-gitlere uğrayan, şimdilerde gene başını su üstünde tutmaya çalışan Bursa ve Akitanya sarayının mücevheri, troubadourların Bordeaux’su veya az daha Fransa’nın merkezi oluverecek kadar zirveye yaklaşmış, ama romanı olmadığı için hikaye ile yetinmek zorunda kalan Lyon. (Mehmet Ali Kılıçbay, Şehirler ve Kentler, İmge Kitabevi, İstanbul, 2000)
Akşamları notları temize çekmek dışında yaptığım bir diğer rutin etkinlik ise çamaşır yıkamak. Genelde Laundry yani çamaşırhane hizmetini kullanıyorum. Bu gittiğim yere göre 5 Euro, 8 Euro gibi fiyatlara yapılıyor. Ancak çamaşırlarımı elimle yıkadığım da çok oluyor.
Ehh, ne de olsa askerden talimliyiz. Askerlik yapmış olanlar bu duyguyu bilir. Akşamları dışarı çıkmadığım veya kıyafetlerimi çamaşırhaneye vermediğim zamanlar böyle kendim elde yıkıyorum.
Gittiğim şehirlerde tesadüfen denk geldiğim, seyahat tarihimle çakışan etkinliklere katılmak da gerçekten çok keyifli oluyor. Az önce bundan bahsedeceğimi söylemiştim hatırlarsanız.
Örneğin yine son seyahatimden buna bazı örnekler vereyim. Vilnius’a vardığım günün akşamı hostelden çıktım ve kendi kendime etrafı şöyle bir turlayayım dedim. Hani çevrede ne var ne yok gibisinden…
İlk dikkatimi çeken Hesburger isimli bir hamburgerci oldu mesela. Meğer ucuz yemek fiyatları ile öne çıkan bu işletme Finlandiya’da çok meşhurmuş. Ben bilmiyordum. Vilnius’ta da çok sayıda şubesi var. Neredeyse her köşe başında diyebilirim. Gidince görürsünüz. Menüleri Mc Donalds’tan veya Burger Kingten daha hesaplı geliyor.
Neyse, derken ileride hararetli bir kalabalık gözüme çarptı. Yeni geldiğim için neresi olduğu hakkında hiçbir fikrim yok tabii. Sadece kalabalığı gördüm ve öylesine içeri girdim. Bir de ne göreyim, şahane bir Hamburger Festivaline denk gelmişim! Tam da Hesburgerin arkasına bu denk geldi yani.
İnsanlar ellerinde biralar ve hamburgerleriyle birlikte, kimisi ayakta kimisi masalara oturmuş sohbet ediyor, hararetli bir kalabalık var anlayacağınız. Ama herkes rahat…
Ve elbette bu atmosferi dolduran harika bir canlı müzik. Daha ne olsun? Ben de karnım tok olduğu için elime biramı alıp kalabalığın arasına usulca karıştım. Bir gün sonra, Vilnius gezilecek yerler içinde yer alan Uzupis Cumhuriyetinde de bir yeme içme etkinliğine denk geldim. Yemek beni çağırıyor adeta!
Varşova’da ise bu kez canlı bir müziğe, daha doğrusu bildiğiniz ücretsiz bir konsere denk geldim. Şehrin meşhur caddesi Nowy Swiat üzerinde yine bir akşamüstü turlarken bir levha gözüme çarptı. Normalde kimsenin dikkatini çekecek bir şey değil aslında. Sıradan bir levha.
Ama üstte söyledim ya, benim gibi gözünüzü dört açarsanız yakalamak pekala mümkün. Aslında bulunduğum, yani tabelayı gördüğüm yer Polonya Kültür Bakanlığı binasının tam önüydü. Dışarıdan bu binanın hangisi olduğunu anlamak zor olduğu için basitçe tarif edeyim size.
Varşova’da çok meşhur bir cadde var: Nowy Swiat. Burası İstanbul’un İstiklal Caddesi gibi, şehrin en meşhur caddesi. Bu nedenle günün her saati kalabalık, sokak sanatçılarıyla, cafelerle dolu hoş bir yer. Aynı İstiklal gibi, oldukça uzun bir cadde. İşte bu Nowy Swiat caddesinden ana meydana, yani meşhur Kral Zygmunt Heykeline doğru yürürken sağ tarafta karşınıza dev bir Adam Mickiewicz heykeli çıkıyor.
Adam Mickiewicz, Juliusz Slowacki ve Zygmunt Krasinski ile birlikte Polonya’nın önde gelen ulusal şairlerinden… (Gördüğünüz gibi Polonya’da bu Zygmunt ismi çok yaygın.) Bu bina, bu heykelin hemen hemen tam karşısında kalıyor diyebilirim, yani meydana, diğer ismiyle Zamkowy’ye gelmeden…
Konser programına hızlıca bir göz gezdirdim. Ve bingo! Tam da o akşam üstelik herkese açık ücretsiz bir konser varmış. Eğer yanlış hatırlamıyorsam konsere daha iki saat kadar vardı.
O andan sonra tek yapmam gereken şey, konser saatine kadar etrafı biraz turlamak oldu. Böylece Varşovalıların müzik keyfine bir akşam ben de ortak oldum. Üstelik şarka özgü bazı ezgiler hiç de yabancısı olmadığım türdendi. En azından Polonyalılara göre…
Berlin’de de buna benzer bir şekilde bir klasik müzik konserine denk geldim. Bu defa internette Berlin görülecek yerler ile ilgili bilgiler araştırırken www.hfm-berlin.de sayfasını buldum. Yine bir tanesi benim orada bulunduğum tarihe denk gelecek şekilde ücretsiz bir konser yakaladım. O dakikadan sonra pek düşünmedim doğrusu. Buraya kadar gelmişken ve elime bu fırsat geçmişken bunu da değerlendirmeliydim elbette…
Ertesi akşam kendimi pek de büyük olmayan konser salonunda buldum. Buranın ismi Hochschule Für Musik. Aslında bir müzik okulu. 4-5 katlı bir yapı. Konser salonu çok büyük değil ama yeterli. Burada sürekli ücretli ve ücretsiz konserler yapılıyor. Buraya tıklayarak siz de konser programını takip edebilirsiniz. Berlin gezisi yapacaksanız aklınızda bulunsun.
Ve bir sürpriz daha! Konser programını elime aldığımda, müzisyenler arasında bir Türk ismi gördüm: Efe Sivritepe. Nasıl mutlu olduğumu size anlatamam!
Konser sonrası Efe ile tanıştım, kendisini tebrik ettim. İki yıl önce İzmir’den Berlin’e gelmiş. Yaşını sormadım ama henüz çok genç. Yetenekli gençlerimizi böyle dünyanın her bir köşesinde görmek bana derin bir mutluluk verdi doğrusu… Efe’ye ve yine kendisi de müzisyen olan arkadaşı Can’a buradan selam gönderiyorum.
Evet, bu yazının da sonuna geldik. Bu kez size gezerken neler yaptığımı, nasıl gezdiğimi dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Örnekler verdim. Burada da “Nasıl Geziyorum” başlıklı yazı dizisinin üçüncü ve son kısmı var: Nasıl Geziyorum? 3. ve Son Bölüm
Bir başka yazıda görüşünceye dek kendinize çok iyi bakın, okumak isterseniz şu yazılarıma da göz atabilirsiniz:
Keyifli seyahatler!
Çok güzel geziyorsun, yalnız gezmenin de tadı başka bence.
Yürümek konusunda çok haklısın, ben de senin gibiyim. Yürümekten hiç yılmam, küçük keşifler beni çok mutlu eder.
Teşekkürler 🙂
Merhabalar, postlarınızı keyifle okuyorum, gittiğiniz yerleri yaşamış gibiyim. Merak ettiğim bir şey var belki cevabı vardır gözümden kaçmıştır. Seyahatta iken Türkiye’dekilerle iletişiminizi nasıl sürdürdünüz ? Gittiğiniz ülkelerde kullanılabilecek mobil hat veya hücresel veride bağlanabilecek bir araç kullandınız mı hostel\hotel wi-fi si dışında? Teşekkürler.
Yağmur merhaba.
Çok teşekkür ederim yorumun için. Yurt dışında sim kart aldığım oldu ama inan belki bir iki kez falandır toplamda, genelde dediğin gibi hep wi-fi kullanıyorum. Hostel dışında da artık her yerde yaygın.
Mesela en basit örnek Mc Donald’s. Neredeyse gittiğim her ülkede Mc’te wi fi ücretsizdi. Ve bunun dünyanın her yerinde bir sürü şubesi olduğunu da düşünürsek, bulamamak gibi bir durum da yok.
Hani bazen bir kafeye girip bir şeyler içmek durumunda kalırsın wi fi için, burada öyle bir şeye de gerek yok. Gir, otur, benim gibi rahatça kullan. Bir de özellikle nüfusu bize göre düşük ülkelerde ve şehirlerde (Danimarka, Slovenya vs) buralarda bağlantı kalitesi de çok iyi. Yani bir sayfayı bir dakikada açmıyor. 🙂