Türkiye’de Siyaset ve Demokrasi
Demokrasi, demokratlar olmadan yaşama şansına sahip olmayan bir yönetim biçimidir.
Öyleyse, demokratik bir yönetimin gayesi, sadece devleti demokratikleştirmekle sınırlı olamaz; toplumun da demokratikleşmesi gerekir.
Toplumda da demokratik olmayan iktidar odaklarının çeşitli alanlara sızmak ve o alanlarda otokratik bir iktidar ağı yaratma olasılığı her zaman söz konusudur.
Toplumu demokratikleştirmenin yolu ise, bütün toplumsal kuruluşları kapsayan, otokratik iktidar fırsatlarını önleyen bir zihniyeti yayma tedbirlerini almaktır.
Ali Yaşar Sarıbay
Herkese merhaba.
Bu kez yine seyahatin dışında, ama çok daha önemli bir konuda fikirlerimi paylaşmak istiyorum sizinle.
Aslında ben bu yazıyı yeni yazmadım. Kişisel Facebook sayfamda, bundan birkaç sene önce paylaşmıştım.
Tam tarih olarak belirtmek gerekirse, 2017 anayasa değişikliği referandumu döneminde.
Şimdi istedim ki, burada sizinle de paylaşayım ve böylece yazı daha geniş bir kitleye ulaşsın. (Gerçi yazılarıma pek yorum bırakan olmadığı için, bu bloğu düzenli olarak okuyan var mı, ondan da pek emin değilim aslında.)
2017 yılından bugüne gelinceye dek hayli zaman geçtiği ve bu zaman zarfında bir hayli çok şey yaşandığı için, yazının içinde birtakım değişiklikler yaparak, yazıya bazı güncel bilgileri ve gelişmeleri de ilave ettim. Böylece sanırım daha güzel oldu.
Dediğim gibi, burası aslında daha çok gezi ve seyahat yazılarımı paylaştığım kişisel bir blog.
Ancak siyaset denen olgu, Fransız filozof Jacques Ranciere’nin de belirttiği gibi oldukça özeldir ve bu anlamda siyasetin belli bir yeri, zamanı ve önceden belirlenmiş kesin aktörleri de yoktur.
İşte biraz da bu düşünceyle yazıyı burada da paylaşmaya karar verdim zaten.
Yani benim buradaki esas amacım, ilk bakışta son derece basitmiş gibi görünen, günlük hayatta hemen herkes tarafından rahatça kullanılan, ancak içeriğinin tam olarak bilinmediği anlaşılan bazı kavramlar (siyaset, demokrasi, yurttaş) hakkında biraz daha derinlemesine bilgi vermek.
Ve bu kavramların içeriğinin Türkiye’de aslında ne kadar az kavrandığını göstermek.
Amacım sadece bu yani. Yoksa kimseyle sonucu hiçbir yere varmayan kısır bir polemiğe girmek niyetinde değilim inanın.
Buna ne zamanım, ne gücüm, ne de isteğim var açıkçası.
Bu yazı, okuyanın kafasında bir şimşek bile çaktırsa, okuyanı daha fazla araştırmaya ve öğrenmeye teşvik etse, bana fazlasıyla yeter, amacıma ulaşmış olurum.
Yalnız en baştan uyarayım, biraz uzun bir yazı olacak bu. (Evet maalesef, yine uzun bir yazı daha! Burada sebeplerini anlattım: Yazılarım Neden Çok Uzun?)
O yüzden sakin kafayla ve başka hiçbir şeyle ilgilenmeden, sadece bu yazıya konsantre olarak okumanızı rica ediyorum sizden.
Giriş
2021 yılının nisan ayının başında, emekli bir grup amiral, son dönemde sıkça tartışılmaya başlanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936) ile ilgili bir bildiri yayınladı.
Ben burada bildirinin içeriğine girmiyorum. Çünkü odaklanmamız gereken nokta kesinlikle burası değil.
Bu bildirinin yayınlanması üzerine, her zaman olduğu gibi herkes kendince bir yorum yaptı.
Kamuoyu çalkalandı, kimisi çok kızdı, eleştirdi, kimisi beğendi, destek verdi.
Benimse en çok dikkatimi çeken, bu bildirinin yayınlanmasına istinaden, bir partinin İstanbul il başkanının attığı bir tweet oldu.
Zaten bu yazıyı burada yayınlamaya da, bunu gördükten sonra kesin bir şekilde karar verdim.
Twitter’da gezerken tesadüfen denk geldiğim o tweet aynen şöyle diyordu: “Siyaset, siyasetçilerin işidir.”
Burada hemen bir saniye durun lütfen.
İlk bakışta cümle gerçekten son derece basit gibi görünüyor ve ilk okuduğunuz zaman üstüne pek düşünmeden rahatlıkla, “Evet, gerçekten de çok doğru” diyebilirsiniz.
Ancak o kadar basit değil aslında. Dahası, bu yargı doğru da değil ve benim bu yoruma katılmam da mümkün değil.
Hemen anlaşılacağı üzere bu yorum, bildiriyi yayınlayanların siyasi konulara kesinlikle karışmamaları gerektiğini hatırlatıyor, ancak bunun da ötesinde, bu türden siyasi konular üzerine fikir yürütme hakkına, sadece ismine “siyasetçi” denilen bir grup insanın haiz olduğunun altını çiziyordu.
Sokakta karşılaştığım sıradan bir vatandaş böyle bir yorum yapsaydı, pek aldırış etmeyebilirdim buna. Hatta büyük ihtimalle burada şu an bu yazıyı yazmıyor olurdum.
Ancak durum böyle değil.
Zira bu tweeti atan kişi, sokaktan geçerken rastladığınız herhangi birisi değil, bilakis bir siyasi partinin üst düzey yönetim kadrolarından birinde yer alıyor.
Ancak bu türden bir yorum, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesindeki “Siyaset Bilimine Giriş” dersinin sınavında yazılsaydı, bunu yazan çok büyük bir ihtimalle bu dersi alttan alırdı. Yani tekrar ederdi.
Zira bu türden bir bakış açısı, bunu dile getiren açısından bize bir takım -negatif- sinyaller gönderiyor. Peki nedir onlar?
Demek ki bunu yazan, muhtemelen demokrasi pratikleri, siyaset bilimi, yurttaşlık bilinci gibi konulara bir hayli uzak.
Bu arada şunu üzerine basarak belirtmem lazım: Benim bu yazıdaki amacım kesinlikle ama kesinlikle burada sadece tek bir kişiyi yargılamak değil.
Ben burada daha çok genel bir eksikliği, sakat bir bakış açısını masaya yatırmak istiyorum.
Çünkü eminim böyle düşünen, olayları böyle değerlendiren bir sürü insan var. Yani sadece tek bir kişi değil.
Ancak burada ilginç ve son derece vahim olan şey, az önce de belirttiğim gibi, demokrasinin en önemli unsurlarından biri olan bir siyasi partide görev yapan bir yöneticinin bile, çok “sınırlı” bir siyaset anlayışına sahip olmasıdır.
Türkiye’de Siyaset
Bir kavram olarak siyasetin ne olduğuna ve siyasetin gerçek aktörlerinin kim olduklarına geleceğim elbette.
Ama ilk olarak şunu söyleyerek başlamak istiyorum: Türkiye, mevcut görüntüsüyle demokrasi pratikleri açısından değerlendirildiğinde bence dünyadaki en garip ülkelerden biri.
“Neden?” diyeceksiniz. Çünkü ne tam anlamıyla, tüm unsurlarıyla yerleşik bir demokrasimiz var, ne de tamamen demokrasinin dışında bir yerde konumlanmış durumdayız.
Kimi siyaset bilimcilere göre Türkiye’nin mevcut rejimi, “Hibrit Rejim” olarak isimlendiriliyor zaten.
(Siyasal rejim türleri hakkında daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Der. Sabri Sayarı & Hasret Dikici Bilgin, Karşılaştırmalı Siyaset: Temel Konular ve Yaklaşımlar, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2018)
Türkiye, 1940’ların sonunda çok partili hayata geçtiği için, siyaset bilimci Prof. Dr. Ergun Özbudun’un son derece yerinde ifadesiyle, üçüncü değil, ikinci dalga demokrasiler arasında yer almaktadır.
Ülkede yirmi üç yıllık tek parti iktidarından sonra, 1946 yılında ilk kez serbest seçimler yapıldı. Ülke olarak kabaca yetmiş beş seneye yaklaşan çok partili hayat tecrübemiz var. Bu oldukça önemli bir deneyim.
İkinci olarak, siyasete aktif katılımın önünde sosyolojik engeller olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Yani belli bir tabakaya, seçilmiş bir aileye/zümreye ait olma zorunluluğu yok. Toplumun en alt kademelerinden bile başbakanlar, bakanlar, bürokratlar, cumhurbaşkanları, meclis başkanları çıkabiliyor.
Öte yandan, normal koşullarda bir kez de değil, yolsuzluklar, skandallar, başarısız politikalar neticesinde belki defalarca kez düşmesi gereken hükümetler asla düşmüyor, göreve bir şekilde hep devam ediyorlar.
Dolayısıyla bence bu çelişkili, tuhaf görüntümüzle dünyadaki sayılı ülkelerden biriyiz.
Peki siyaset ne demek? Çatışma ve işbirliğinin bir arada yürütüldüğü bir kavram olan siyaset, insanların yaşamalarını sağlayan kuralların oluşumu için yapılan etkinliklerin tümünü ifade eder.
Siyasetin en temel özelliği, birbirine zıt veya rakip görüşlerin uzlaştırıldığı, çatışmayı çözme sürecidir. Hannah Arendt’in ifadesiyle, siyaset yapıcılar elbirliği etmek ve ortak bir mutabakata varmak zorundadır.
(Hazır Hannah Arendt demişken, onun siyaset felsefesini daha yakından kavramak için, şu kitabı mutlaka okumanızı öneririm: Düşünme Etiği)
Peki Türkiye’de böyle bir uzlaşı çabası, konsensüs oluşturma gayesi var mı sizce? Hele son yıllarda kesinlikle yok.
Uzlaşı çabasını bir yana bırakın, ortam bildiğin Roma’nın Gladyatör dövüşleri arenası Kolezyum gibi!
(Bari buraya kadar yazıyı üşenmeyip okuyanlar için, İtalya seyahat ipuçları yazımı da paylaşayım: Buraya Tıklayınız Bakın yine araya seyahat ve gezi konusu sıkıştırdım.)
Herkes rakibini ekarte etmenin, deyim yerindeyse aslanlara yem yapmanın peşinde. Ülke Game Of The Thrones seti gibi adeta!
(Game Of The Thrones’u değil ama, burada 2020 yılının en çok öne çıkan yapımlarından biri olan The Queen’s Gambit dizisini yorumladığım yazım var: The Queen’s Gambit ve Satranç)
Ancak sorun sadece bununla sınırlı kalmıyor. Çünkü aynı partiler arasında olduğu gibi, parti içi süreçler de son derece sıkıntılı bir şekilde işliyor Türkiye’de.
Bir defa demokrasinin asli unsurlarından biri olan partilerde “parti içi demokrasi” yok.
Genel başkanlar koltuğa yapışıyor, seçim yenilgileri sonrası asla istifa etmiyorlar mesela. Bu koltuk sevdasının yönetim bilimi literatüründeki ismi Büropatolojidir.
Koltuğu bırakmadıkları gibi, potansiyel rakiplerini de birer birer tasfiye ediyorlar.
Partilerin genel başkanlık seçimlerine dikkatlice bakın, katılımcılar için kesinlikle adil bir yarış olmadığını rahatça göreceksiniz. (Hatta çoğu kez seçime tek aday giriyor!)
Bunun yanı sıra, parti içi muhalefet yapanların, parti görüşüyle çelişen düşüncelerini açıklayanların akıbeti ise hepimizin malumu: “Partiden ihraç.”
Oysa gönül isterdi ki, ABD’de görüldüğü gibi, örneğin başkanlık seçimi için birbiri ile kıyasıya yarışanlardan kaybeden taraf, seçim sonrasında kurulan hükümetlerde nasıl başkan yardımcısı, dış işleri bakanı vs. olabiliyorsa, burada da benzer görüntüler karşımıza çıksın.
Örneğin Hillary Clinton, Barack Obama ile giriştiği başkanlık mücadelesini kaybetmiş, hemen arkasından Obama’nın kabinesinde dış işleri bakanı olmuştu.
Neden Türkiye’de de böyle bir şey olmasın? Hoş olmaz mıydı? (İç ses: Galiba ben bazen gerçekten çok fazla şey istiyorum.)
Türk siyasetinin en önemli eksikliklerden biri, “istifa” kurumunun olmayışıdır. Yerleşmemesi, kök salmaması falan bile değil, bu kurumun bizatihi mevcut olmaması hadisesinden bahsediyorum.
Sevimli hayalet Casper gibi, istifa eden hiç görülmüyor. Çünkü yöneticilerin istifa kelimesine alerjileri var. Var ama istifa kültürünün olmadığı, daha doğrusu yerleşmediği her demokrasi eksiktir. İki kere iki dört.
Yıllar önce Galatasaray tribünlerine asılan bir pankart, bu durumu veciz bir biçimde anlatıyor. Kronikleşen başarısızlıklar üzerine Galatasaray seyircisi, dönemin başkanı Özhan Canaydın’a ithafen şöyle bir pankart hazırlamıştı: “İstifa da bir hizmettir.”
Tam da ben bu yazıya son şeklini vermeye çalışırken, bir haberle karşılaştım internette: “Covid-19 pandemi sürecini gerektiği gibi yönetemediğini söyleyen Avusturya sağlık bakanı istifa etti.”
Bakın istifa eden sağlık bakanı ne demiş:
Türkiye’de bu yalnızca siyasete özgü bir durum da değil gördüğünüz üzere. Bu yüzden ben bunun kültürel bir olgu olduğunu düşünüyorum daha çok.
Spor kulüplerinde de aynı şeyi görüyoruz. Saltanat gibi, babadan oğula yönetilen spor kulüpleri var mesela.
Bu açıdan Türkiye’deki hem kadro hem de kitle partileri aynı, aralarında hiçbir fark yok. Buraya ileride tekrar döneceğim için şimdilik bu kısa tanımlamayla yetinmek istiyorum.
Türk siyasetinde gençler yok mesela.
Gençleri en ön saflarda -neredeyse hiç- göremiyoruz çünkü izin verilmiyor, önleri tıkalı. Kadının Adı Yok filminin & kitabının ismini bu duruma uyarlarsak, Türkiye’de siyasette gençlerin de adı yok ne yazık ki.
Önleri kesiliyor, yaşlılardan onlara bir türlü sıra gelmiyor. Büyükler her zaman her şeyi bilir, yaşlılar hep en iyisini yapar diye bir kaide yok halbuki.
Genç demek pozitif enerji demek, açık bir zihin, geniş bir ufuk, farklı bir bakış açısı demek.
Finlandiya başbakanına bakın mesela, 1985 doğumlu. (Pek de güzel, pek de şirin, canım benim.)
Uzunca bir süre sonra ALES’e girdim, sonuçta konular benim ÖSS sınavına girdiğim dönemin (2002) hemen hemen aynısı: Türkçe-Matematik.
Ama okurken zorlanıyorum, anlayamıyorum, dönüp tekrar okuyorum,
“Yahu ben bu soruları zamanında nasıl çözmüşüm?” diyorum kendi kendime.
17 yaş (ÖSS’ye girdiğim yaş) ile 36 yaş (Şu anki yaşım, 1984 doğumluyum) arasında biraz fark var. Genç olmanın etkisi işte…
Nihat Genç’in “Köpekleşmenin Tarihi” isimli kitabında –çok affedersiniz- Taşaklı Bilim başlıklı bir yazısı var.
Direk bu sözünü ettiğim konu ile alakalı. Genç bu konuya orada çok güzel değinmiş:
Sanayileşen Batı, bilimsel bilgiyi üretirken, biz eğitim diye diye büyüklere saygı, onların sözünden çıkmamak, onların yolunda yürümeyi ürettik.
İki yüz yıldır eğitim dedik, okul dedik, ancak büyük-küçük, usta-çırak, hoca-mürit ilişkisi ruhlarımızı öyle bir istila etti ki, bilimsel bir metni, bir ürünü aşmak, çoğaltmak, yenilemek için eleştiri yapmayı, o ürünün sahibi insanlara hakaret etmek, küçük düşürmek şeklinde anladık.
Bugün bu topraklarda yaşadığımız her günü bize zehir eden muhafazakar düşünce, büyüklere saygı-sevgiyi manevi değerlerin en üstüne çıkardı.
Büyüklerine saygı besleyen, bunu manevi bir inanç, dünya görüşü olarak savunan insanlar, bilim hayatı için en hayati öneme sahip kurumların baş köşelerine yerleştirilirken, gerçekten hak edilmiş, eleştiri ürünü doktora tezlerinin sahipleri, vatan haini gibi, toplumun açıklarını ortaya çıkarıyor, ülkesini sevmiyor, baksanıza neler yazıyor gibi düşüncelerle itilip kakıldılar, sürüldüler.
Her işi büyüklere saygıyla başarabilseydik, hepimiz babamızı başbakan yapardık, olur biterdi.
Türk siyasetine dikkatlice bakın, yıllardır karşımıza çıkan isimler hep aynı. Hiç değişmiyorlar.
İnsanlar bir kurumdan falan değil, siyasetten, siyasi partilerden emekli oluyorlar adeta!
Bundan yıllar önce, benim çocukluğumda, yani 1990’ların başında, Gani Müjde’nin senaristi olduğu çok meşhur bir dizi vardı: Kaygısızlar.
Hatırlayanlar mutlaka vardır içinizde.
Bir bölümde Kültigin ve adamları, sokaktan geçenlere zorla su satmaya çalışıyorlardı.
(Daha doğrusu Kültigin’in aşık olduğu hostes yengemizin babasının -Memnun Kaygısız- bir su istasyonu vardı ve o dönem işler kesattı. Bu durumu öğrenen Kültigin de hoşlandığı kıza yaranmak için ona yardım ediyordu.
Yoksa normalde kendisi ve çetesi, tüm vaktini adam dövmekle ve çek & senet tahsilat işiyle geçiriyorlardı.)
Sokaktan zorla çevirdiği bir gence suyun nimetlerini anlatmak için şöyle demişti Kültigin, hiç unutmam bu nefis ifadeyi: “Bak koçum, eğer bu suyu içersen Süleyman Demirel’in politikayı bıraktığını görecek kadar uzun yaşarsın.”
Siz şimdi Süleyman Demirel yerine, aktif siyasetten istediğiniz birinin ismini yazabilirsiniz buraya. (Öte yandan, Kültigin abimizin mafya kimliğinin yanı sıra aslında nasıl bir pazarlama gurusu olduğunu da bu sayede öğrenmiştik.)
İtiraf ediyorum, yabancı basına çatır çatır İngilizce demeç veren Bülent Ecevit’i özledim evet ama o bile ayakta zar zor dururken hala başbakanlık yapmaya çalışıyordu.
Gözünde gözlük varken ikincisini takmayı deneyecek kadar akli melekeleri zayıflamış, kendi kendine yürüyemeyecek kadar fiziksel olarak güçten düşmüş bir haldeydi.
Ecevit’in başbakanlığının son zamanlarını hala hatırlarım. Gerçekten çok üzücü bir görüntüydü.
Ama gramerine uygun, tane tane İngilizce konuşan Bülent Ecevit’i dinlemek, bana kalırsa Shakespeare’den bir sone okumak gibidir her zaman!
Aşağıdaki röportajda söyledikleri, aynı zamanda kendisinin mantık & duygu dengesini nasıl iyi kurabildiğini göstermesi bakımından son derece dikkat çekici.
Tuzak sorulara verilen soğukkanlı ve rasyonel cevaplar, insanı derinden etkiliyor.
Türkiye şu anda, Ecevit’in bu röportajda kurduğu İngilizce cümlelerin Türkçesini arka arkaya sıralayamayacak “siyasetçilerle” dolu bir ülke mesela.
(İngilizcesini Bülent Ecevit seviyesine çıkarmak isteyenler bu yazıma da bakabilir: İngilizce Kurs Tavsiyesi )
Yaşlılık insan hayatının önemli bir evresi ve her insan için var. Ayıp değil.
Ama Karaoğlan’ın en büyük hatalarından biri, vaktinde bırakmamaktı bence. Necmettin Erbakan bile tekerlekli sandalye ile vefatından çok kısa bir süre öncesine kadar, partisinin hala tekrar iktidarı hedeflediğini söylüyordu!
Keşke herkes Hagi gibi zirvede, vaktinde ve en önemlisi tadında bırakabilse… Michael Jordan da geri dönmüştü ama aynı tadı vermedi işte.
Ama burada bir türlü olmuyor. Çünkü “siyasetçilik” diye bir meslek var Türkiye’de. İşte şimdi yazının en başında bahsettiğim konuya ve atılan tweete dönüyorum.
Bakınız buraya dikkat edin: “Siyasetçi“
Simitçi, halıcı, turşucu gibi bir şey olmuş bu. (Sizce turşu suyunun iyisi limonla mı yoksa sirke ile mi yapılır? Yorum kısmında cevaplarınızı bekliyorum.)
Halbuki bu hakemlik gibi bir görev olmalıdır çünkü herkesin hayatta bir mesleği vardır: Dişçi olursun, avukat olursun, mühendis olursun, doktor olursun, kasiyer olursun, temizlik görevlisi olursun, simitçi olursun vs.
(İsveç’in ikinci büyük şehri olan Göteborg’un eski belediye başkanının hikayesi son derece çarpıcı, bir bakın isterseniz: Ann Sofie Hermansson)
Görev süren bitince de ona geri dönersin. Dönmen gerekir. Yani “siyasetçi” olamazsın çünkü siyasetçilik “tali ve geçici” bir vazife olmalıdır.
Yurt dışındaki gelişmiş, medeni dediğimiz çoğu ülkede bu böyledir. O yüzden yurt dışında sokaktaki birine sorduklarında mevcut başbakanın, cumhurbaşkanının, bürokratların adını unutabilirler bir an için. Hatta hiç bilemeyebilirler.
Bu, o insanların -çoğumuzun zannettiği gibi- aptal olduğunu göstermez. Siyasetçilerin, daha doğrusu kamu görevlilerinin sürekli değiştiğini, yerlerine yenilerinin geldiğini gösterir.
Peki ya Türkiye?
Türkiye’de “siyasetçiler” koltuğu bırakmamakta son derece kararlılar çünkü kamu kaynakları öylesine iştah açıcı ve sınırsız ki, kimse bu ganimeti başka kimseye bırakmak, bir başkasına devretmek istemiyor.
Ve az sonra geleceğim, kimsenin hesap verdiği falan da yok zaten, herkes kendini ve çevresini olabildiğince çabucak zengin etmenin derdinde.
Bundan beş altı sene kadar önce, Avusturya seyahatim sırasında, Salzburg’da bindiğim belediye otobüsünde karşılaştığım Türk şoför, “Burada öyle lüks makam arabaları, binlerce koruma olmaz hocam, hepsi israf, hesabını vermek zorunda kalırlar, belediye başkanı mesela, ya bisikletle işe gider ya gelir burada benim otobüse bilet atarak biner” demişti.
Bir an için gözümü kapatıp hayale daldığımı anımsıyorum, acaba bir gün benim içinde yaşadığım ülke de böyle olacak mı diye…
Negatif dışsallık diye bir şey duydunuz mu hiç hayatınızda? Ben bir örnekle izah edeyim konuyu pek dağıtmadan.
Örneğin üniversiteye başladınız. Burs almak istiyorsunuz ama aslında durumunuz öyle çok da kötü değil. En azından maddi açıdan sizden daha kötü durumda birilerinin olduğu kesin. Yine de başvuruyorsunuz ve her nasılsa (!) burs çıkıyor.
Bakın, 140 Journos’un 2021 yılının nisan ayında Youtube kanalında yayınladığı “Tarih Tekerrür” başlıklı videonun altındaki yorumlardan birinde, genç bir arkadaşımız ne diyor:
Pek de ihtiyacınız olmadığı halde alacağınız bu bursla aslında gerçek bir ihtiyaç sahibinin o bursu almasına engel oldunuz.
Nedir bu? İşte buna dışsallık deniyor. Ancak olumsuz yani negatif dışsallık. Çünkü yok yere, ihtiyacınız olmadığı halde gerçekten ihtiyaç sahibi birinin önüne geçtiniz ve negatif dışsallık yarattınız.
Kamu kaynaklarının sadece belli bir kesime tahsis edilip ayrımcılık yapılması da işte bu türden bir negatif dışsallık yaratıyor yurt çapında.
Çünkü amaç yoksulları toptan iyileştirmek değil, ülkedeki kendi yoksullarını iyileştirmek. Bir nevi “kendi seçmenini” iyileştirmek de denebilir buna rahatlıkla.
Az önce kadro ve kitle partilerinden bahsetmiştim hatırlarsanız.
Ünlü sosyal bilimci Maurice Duverger’in 1951 yılında yaptığı meşhur sınıflandırmasına göre partiler, kadro ve kitle partileri olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Bunlardan kadro partileri, üye sayılarını artırmak gibi bir kaygı taşımayan, nicelik değil nitelik peşinde koşan partilerdir.
Kitle partileri ise üyelik kavramının ve üye sayısının fazlasıyla ön plana çıktığı ve bu üyelerini siyasi açıdan eğitme, yetiştirme ve bilinçlendirme noktasında somut adımlar atan partilerdir.
Türkiye’deki neredeyse tüm partiler, genel başkanların elinde adeta oyuncak olmuş ve demokrasi kavramını sadece biçimsel olarak önemseyen partilerdir.
Bu noktada sözü İktisat tarihçisi Profesör Doktor Mehmet Ali Kılıçbay’a bırakıyorum:
Türkiye’nin bütün partileri devleti öne çıkartan, bireyi ona bağımlı kılan, fakat devletin ana sloganının ne olacağı konusunda farklılaşan ve aslında özünde aynı olan kuruluşlardır.
Gündüz Vassaf’ın yorumu, onun bu görüşüyle tamamen örtüşüyor: “Cumhuriyetin Osmanlı’dan aldığı en büyük miras Aşkın Devlettir.”
(Mehmet Ali Kılıçbay’ın kitaplarına bakmanızı tavsiye ederim. Onunla ilgili daha önce bir yazı yayınlamıştım: Mehmet Ali Kılıçbay Kimdir?)
Yurttaşlık
Ayrıntı Derginin 2021 (kış) sayısında oldukça güzel bir yazıya rastladım.
Ünsal Doğan Başkır, “2010’lar Türkiye’sinde Olağanüstü Hal Yurttaşlığının Geri Dönüşü” başlıklı yazısında, tam da benim buraya kadar biraz irdelemeye çalıştığım konulara değinmiş.
Başkır da, aynı benim söylediğim gibi, kendi görev yaptığı üniversitedeki öğrencilerinin, “Siyaset” kavramı denildiğinde, akıllarına sadece “siyasetçilerin” geldiğini söylediklerini yazıyor.
Ayrıca bizim bölümün (Yani Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkileri kastediyorum) temel kitaplarından biri olan Andrew Heywood’un “Siyaset” başlıklı kitabında da, yazarın “Yurttaşlık” kavramına müstakil bir bölüm olarak yer ayırmadığını belirtiyor.
Siyaset bilimi ile ilgili bir kitapta Yurttaşlık konusunun geçmemesi tuhaf elbette. Ancak ona göre bunun sebebi, herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde gayet açık.
Anglo-Amerikan dünyasından gelen Andrew Heywood için yurttaşlık kategorisi, ayrıca tanımlamaya gerek duyulmayacak kadar siyasetin merkezinde yer alıyor zaten.
Oysa gördüğünüz gibi aynı şeyi Türkiye için söylemek gerçekten çok zor hatta imkansız, çünkü bir parti yöneticisi rahatlıkla çıkıp “Siyasete siz karışmayın, o sadece siyasetçinin işidir” diyebiliyor.
Yani yurttaş, Türkiye’de siyasal bir aktör olarak görülmüyor. (Acaba ne görüyorlar, onu da çok merak ediyorum doğrusu. Aynı Gregor Samsa gibi, böcek falan mı?)
Oysa gerçekten güçlü bir demokrasi, siyaset bilimci Benjamin Barber’ın yerinde ifadesiyle öncelikle “yurttaş olmak” demektir.
Yurttaş olmak demekse, başkalarıyla birlikte eylemliliğin ayırımında ve içinde olmayı varsayan bilinçli bir katılımı ifade eder.
Hakların olması için yaşayan ölü değil yurttaş olmak gerekir, özgür olabilmek için de kendi kendini yönetebilme becerisi…
“Haklara ancak koruyabildiğin müddetçe sahipsindir” der Danton filminin bir sahnesinde örneğin.
Sadece Danton’u değil, “Luther” filmini de bir seyredin. Hem Danton’u hem de Luther’i arka arkaya seyredin. Biri Fransız İhtilalini, diğeri Reform’u anlatır. İkisi de tarihsel sürecin dönüm noktalarından birini teşkil eder.
Kitap okumuyoruz bari film seyredelim. Ama gerçekten kaliteli içerikler seyredelim, bırakalım da Recep İvedik isimli filmi Türkiye’deki “siyasetçiler” seyretsin.
Seyredelim ve rasyonalite, sorgulama, aydınlanma nasıl oluyormuş görelim, anlayalım, idrak edelim, öğrenelim. Bu iki filmi de şiddetle öneririm.
Türkiye’de özellikle son yıllarda insanların dini ve manevi duygularını kullanarak, istismar ederek, nihayet onun da posasını çıkardılar.
Geriye elle tutulur pek bir şey kalmadı. Mukadderat, kader, fıtrat diye diye, yönetenlerden hesap sorabilecek bir yurttaşlık bilincinin oluşması da böylece en başından engellendi zaten.
Başkır yazısında, yurttaşlığın tarifi konusunda, siyaset biliminde herkesin üzerinde uzlaşmaya vardığı bir mutabakat olmadığını belirtiyor ve bu konuda iki temel görüşün olduğunu söylüyor.
Bunlardan ilkine göre yurttaş, hakları yasalarla güvence altına alınmış hukuki bir özne. Diğerine göre ise yurttaşlık siyasal eyleme, aktif katılıma, kamusal etkinliğe vurgu yapan bir kavram.
Buna göre yurttaşlık, hukuki bir statüden çok daha fazlasını ifade ediyor ve siyasal alandaki eylemlerle görünür hale geliyor.
Tarihsel Örnekler
Peki bu açıdan Türkiye’deki durum nedir? Bu topraklarda yaşayan insanlar, aslında doğuştan sahip oldukları en temel haklarını ve özgürlüklerini savaşarak, mücadele ederek almadılar ne yazık ki.
En basitinden, Osmanlı İmparatorluğundaki isyanlara bakıldığı zaman, bunların genelde siviller tarafından değil, sürekli olarak askerler tarafından çıkarıldığı görülür.
Yani bu topraklarda haklar, hep bir lütufmuş gibi sunuldu insanlara.
Daha da ileri gidiyorum, günümüzde kamu hizmetini bile teşekkür etmemiz gereken bir şeymiş gibi gören belediye başkanları var bu ülkede.
“Belediyenin varlık gerekçesi ve asli görevi olan kamu hizmeti için teşekkür etmek”
Başlığı nasıl buldunuz? Buradan belki bir dizi senaryosu bile çıkar, ne dersiniz?
Şakası bir yana, absürt komedi falan da değil, resmen acı bir Türkiye gerçeği duruyor önümüzde bütün çıplaklığıyla.
Tarihsel süreçte bireyler devleti yaratırken, bizde devlet kendi vatandaşını yarattı. İşte bütün mesele bu aslında.
(Daron Acemoğlu ve James Robinson, “Dar Koridor” isimli kitaplarında, farklı ülkelerden çok detaylı tarihsel örnekler vererek bu konuyu derinlemesine anlatıyorlar, bu kitabı mutlaka okumanızı tavsiye ederim.)
Bizim, kralın yetkilerini sınırlayan Magna Cartamız (1215) hiç olmadı maalesef. (Belki biraz Sened-i İttifak istisna sayılabilir.)
Bizim, keyfi değil, anayasal bir idareye ve çoğulculuğa dayalı Görkemli Devrimimiz (1688) de olmadı.
O nedenle biz, iktidarın sınırlanabileceği, denetlenebileceği düşüncesine son derece yabancıyız.
İktidarların sınırlanabileceği, sınırlanması gerektiği ve bunun gayet normal bir şey olduğu düşüncesine bir türlü alışamadık.
Tam da bu yüzden, 2000’li yıllarda, yani Magna Carta’dan bin (1000) sene sonra bile hala, devleti yönetenler, yurttaşların kendilerinden hesap sorma hakları olmadıklarını çıkıp rahatça söyleyebiliyorlar.
Ve bu türden skandal açıklamalar, toplumun geniş kesimlerinde inanılması güç bir biçimde büyük bir kabul görüyor.
Elalem Mars’ta yerleşim planları yaparken, biz sanki hala tekerleği, ateşi icat etmeye çalışıyor gibiyiz adeta.
Demokrasi teamüllerine ve değerlerine ışık yılları kadar uzağız.
Başkır yazısında, bu anlamda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin de sadece makbul bir vatandaş yaratmak istediğini söylüyor.
Ona göre yeni rejimde de yurttaşın siyasal eylemi sadece seçme ve seçilme ile sınırlanmış yani fazlasıyla güdük kalmış durumdaydı.
Bu görüşün hakkını kısmen teslim etmekle beraber, ben buna rağmen doğuştan sahip olduğu haklarını savaşarak, isteyerek söke söke almayan bir millete, Mustafa Kemal Atatürk gibi birinin çıkarak, bunları kendi eliyle vermiş olmasını fazlasıyla önemsiyorum doğrusu.
Çünkü bu, bunu gerçekleştirenin bilinçli ve tamamen kişisel bir tasarrufuydu. Zaten o yüzden tarihte liderler vardır, bir de liderler vardır…
Bu arada aklımdayken hemen söyleyeyim, Rumeli’den, Selanik’ten böyle birinin çıkması kesinlikle tesadüfi değildir.
Zira Selanik, Atatürk’ün doğup büyüdüğü dönemde, içinde çok çeşitli dillerde gazetelerin ve dergilerin basıldığı, Avrupa’ya demir yolu ile bağlı, döneminin en kozmopolit şehirlerinden biriydi.
Turan Akıncı, 1869-1924 yılları arasını incelediği “Selanik” isimli kitabında, kentte bu dönemde Türkçe, Rumca, Fransızca ve Bulgarca dilleri başta olmak üzere, altmıştan fazla süreli yayın olduğunu yazar.
Ben de Selanik’teki Beyaz Kulenin içindeki bilgi panolarında buna benzer bilgiler okuduğumu çok iyi hatırlıyorum. (Atatürk, askeri okul deneyiminden dolayı iyi derecede Fransızca ve yeterli seviyede Almanca biliyordu.)
Ayrıca Türk Tarih Kurumu Yayınları tarafından basılmış olan “Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar” isimli kitap da, onun düşüncesinin zenginliğini oluşturan yayınları ve yazarları bir çırpıda gayet güzel anlatmıştır, bu da aklınızın bir köşesinde olsun.
Yani sonuç itibari ile sırf bu hakların verilmiş olması bile –diğer bütün yaptıklarından bağımsız olarak- yaklaşık altı yüz sene padişah ve tebaa olarak sınıflanmış bir yapıdan sonra başlı başına takdire şayan bir hamleydi. Mucizevî bir şeydi adeta.
Dikkat edin, 600 yıl diyorum, yazıyla altı yüz. Öyle 1-2 nesil falan da değil, tam altı asır!
Osmanlı ideolojisinin öne çıkan özelliği, hükümdar ile tebaa arasındaki ilişkinin, araya başka grupları sokmamasıydı.
Sultan mutlak gücü temsil ediyordu ve hizmetkarlarından birçoğu Sultanın otoritesinin temsilcileri olarak güç sahibi idiyseler de, resmi anlamda onun kullarıydılar.
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları
Düşünsenize, bundan yıllar önce birisi çıkıyor ve “Bakın sizler insansınız, doğuştan salt varlığınızla bile bir şey ifade ediyorsunuz, hiç kimsenin kulu falan değilsiniz, alın bakın bunlar da sizin haklarınız, koruyun” dedi, verdi, cumhuriyet böyle kuruldu.
O dönem dünyada bunun sayıca örnekleri bile çok az. Ancak böyle bir adım, örneğin Fransa’da olduğu gibi tabandan gelmediği için bir türlü serpilmedi.
Fransa’da, devrim öncesindeki eski rejimin (Ancient Regime) siyasal yapısına bakıldığında, mutlakiyetçi bir krallık göze çarpar.
O dönemde iktidarın kaynağı olarak sadece Tanrı görülmektedir ve tanrısal kökenli olan bu iktidar sınırsız, hesap sorulamaz, denetlenemez ve değişmez niteliktedir.
15. Louis, 1776 yılında Paris Parlamentosu’nda şöyle diyordu:
Yüce iktidar yalnız bendedir. Yasama gücü kayıtsız şartsız bendedir. Toplum düzeni tamamen benden doğar, milletin hak ve menfaatleri de tabii ki bende toplanmıştır.
Aslında o dönemin Fransa’sında ülkede genel meclisler ve parlamentolar da bulunuyordu ancak bunlar genelde işlevsizlerdi.
Zaten Fransız kralları da mutlak gücü tesis etmek adına bu meclisleri sürekli olarak işlevsiz kılmaya çalışmışlardır.
Ancak aynı İngiliz Devriminde olduğu gibi Fransa’da da halk savaştı, mücadele etti.
Türkiye’de hakları için savaşarak onları söke söke almamış, hakları kendilerine bir başkası tarafından ihsan edilen insanlar, doğal olarak bir türlü bunları içselleştiremedi, sahiplenemedi, korumadı, kollamadı, nihayetinde vatandaştan sağlıklı bir yurttaş çıkaramadı.
2017 Anayasa değişikliği referandumu, bu anlamda bir kırılma noktasını teşkil eder.
Bu değişiklik ile neredeyse tüm haklar adeta tek bir kişiye yeniden el birliğiyle topyekûn devredildi. (Bu kimsenin kim olduğunun da bir önemi yok aslında, önemli olan genel durum, yani gücün ve iktidarın sadece bir kişide toplanmış olması.)
17. yüzyılda yaşayan Montesquieu, 21. yüzyıl Türkiye’sinde olanları görseydi, herhalde oturur hüngür hüngür ağlardı.
Oysa Türkiye’de parlamenter sistem Cumhuriyet rejimi ile beraber bir anda ortaya çıkmamıştı aslında. Oldukça geç olmasına rağmen, bu noktada, daha Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde parlamenter sisteme geçildiği görülür.
Cumhuriyet kurulmadan biraz daha önce yani. Bir başka deyişle, parlamenter sistemin Türkiye’deki tarihsel geçmişinin ciddi bir arka planı var.
Her ne kadar 1876 tarihli Kanun-i Esasi ile devlet bütünüyle ve gerçekten meşruti, anayasal ve parlamenter bir niteliğe kavuşmuş olmasa da, bu sistemde padişah, yargı ve kısmen de yasama işlevi açısından egemenliğin tek ve mutlak sahibi olmaktan çıkmıştı.
2017 yılındaki anayasa değişikliği ile film adeta tekrar en başa sarıldı diyebiliriz.
Halbuki Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, hükümet sisteminin değişikliği değil, en uygun şekliyle sistem reformlarıydı.
Gördüğünüz gibi, getirilen bu yeni sistemde cumhurbaşkanı kararı denilen uygulamalar ile özellikle son dönemde tek taraflı kararlar da peş peşe geliyor.
Akla gelen en güncel örnek, İstanbul Sözleşmesinin iptal kararı mesela. Hukuki geçerliliği açısından hala tartışılan bir karar bu.
Oysa anayasa hukukçusu Prof. Dr. Kemal Gözler, ismine “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen böyle bir sistemin anayasa hukuku literatüründe hiç olmadığını ve sonunun ne olacağı kestirilemeyen bu türden yeni bir sistemin denenmesinin sakıncalarını kendi web sitesinde ve kitaplarında defalarca yazmıştı.
Hem de 2017 referandumundan çok çok önce:
Yıllarca üniversitede anayasa hukuku dersi vermiş, anayasa hukuku alanında pek çok kitap ve makale yazmış, hayatını anayasa hukukuna adamış bir akademisyen olarak, bu anayasa değişikliği teklifini okumuş olmaktan dolayı derin bir üzüntü içindeyim.
Anayasa değişikliği kabul edilirse, “Elveda Anayasa” demekten başka söylenecek bir söz kalmayacak.
Evet, ismine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen bu yeni sistemin Başkanlık Sistemi ile uzaktan yakından alakası yok.
Aslında Türkiye’deki bu sistem, Kemal Gözlerin de vurguladığı gibi, dünyada eşi benzeri olmayan, nevi şahsına münhasır son derece garip bir sistem. Burada bile insanlara doğrular anlatılmadı.
En iyi örneği Amerika’da görülen başkanlık sistemi, bütünüyle bir “fren ve dengeler” (Checks and Balances) sistemidir. Amerika’da başkan, biraz amiyane bir tabirle ifade edecek olursak, öyle kafasına estiği gibi davranamaz.
Yasama, yürütme ve yargı, birinden biri diğerine üstün çıkamayacak şekilde son derece hassas bir dengeye konmuştur. Üstelik Amerika’nın kuruluş sürecindeki kendi dinamiklerinden kaynaklanan çoğulcu siyasi kültürü de cabası.
Bildiğiniz gibi Amerika Birleşik Devletleri, dayatılan fazla vergilere karşı çıkıp hakları teslim edilmeyince isyan edip savaşan on üç koloninin çabalarıyla kurulmuş bir ülke.
Yani bizde, az önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, tarih boyunca hak ve sorumluluklarının bilincinde olan yurttaşların oluşturduğu çoğulcu bir kültür ve toplum neredeyse hiç var olmadı.
Zaten o yüzden hala bu girdapta debelenip duruyoruz.
Ben bazen Türk siyasal hayatı ile ilgili kitaplar okurken, kendimi hep aynı filmi seyrediyormuş gibi hissediyorum.
Mehmet Ali Birand’ın yaptığı belgeselleri izlediniz mi mesela?
Youtube’daki 32. Gün kanalı, benim pandemi sürecinde en çok izlediğim kanallardan biri oldu.
Size de Demir Kırat Belgeselinden başlayarak, bu serinin tamamını günümüze dek izlemenizi öneririm. (Sırasıyla Demir Kırat, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat)
Geçtiğimiz günlerde, Covid-19 önlemlerine aykırı olarak yakın arkadaşlarına doğum günü partisi düzenleyen Norveç başbakanı, basının önünde tüm ülkeden özür diledi ve polisin kestiği cezayı kabul edip ödeyeceğini açıkladı.
(Bu haberi Penguen belgeseli yayınlamayı tercih eden bir kanalın vermesi de dikkatimden kaçmadı.)
Türkiye’de yaşayan insanların ezici bir çoğunluğu için bu hareket, eminim ki, demokratik değerlerin içselleştirilmiş olmasının ve kamuoyunun gücünün değil, başbakanın güçsüzlüğünün/zayıflığının bir göstergesi olarak algılanmıştır.
Çünkü onlara göre başbakan sıfatlı kişi, iktidar ve güç sahibidir, ona ceza kesilemez, ondan hesap sorulamaz ve hatta Barbaros Hayrettin’in yıllar önceki şarkısında söylediği gibi: “Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur.”
Yani ister hukuku çiğnemiş olsun, ister çiğnememiş olsun, nihayetinde o ne derse o olur.
Bu nedenle Türkiye’deki ilk partili cumhurbaşkanı, henüz başbakanlığı döneminde, bir 23 Nisan günü temsili olarak koltuğuna oturan çocuğa, şöyle bir cümle kurabilmiştir: “Artık başbakan sensin, ister asarsın, ister kesersin.” (Bakınız: Ekşi Sözlük)
Şimdi tekrar gelelim az önce üstte bahsettiğim bir başka duruma. Türk siyasetinde hesap verebilirlik yok demiştik.
Gelişmiş bir demokraside yönetenler, yönetilenlere hesap verirler. Bu demokrasinin asli yani temel bir özelliğidir.
Oysa Türkiye’de haklı olan değil gücü olan, iktidarı eline geçiren ve onu muhafaza eden daima kazanıyor.
100 metre koşusuna herkes start çizgisinden başlarken, birinin 50. metreden yarışa başlaması gibi…
Bir defa her şey sandığa indirgenmiş durumda. Hele son yıllarda bu sakat görüş iyiden iyiye yerleşti. Sandık zaferi her şeyin aklandığı tuhaf bir mecraya döndü.
Anlaşılan o ki, Türk insanının ezici bir çoğunluğu, bu demokrasi denen şeyi, arada bir yapılan seçimlere ve asker tarafından sürekli tehdit edilip yok edilmek istenen bir şeye indirgemiş.
Bakın Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay ne diyor:
Bu ülkede bazı zamanlarda sandıkların kurulması ve sonuçta birtakım ‘çoğunluk’ ve ‘azınlıkların’ oluşması, demokrasinin teşhisi için yeterli sayılmaktadır.
…Seyirci ise bu konumunun bedelini seyirci kalarak ve sahnenin içine hiçbir zaman giremeyerek ödemektedir.
Ama siyaseti oynayamayan, sadece seyreden birinin yurttaş olması olanaksızdır.
Bu ülkenin demokrasisi yurttaştan yoksundur.
Seçilenler, seçenleri uyruk olarak kategorize ettikleri ve seçenlerin direktiflerini hiç kale almadıkları ve zaten seçenlerin de direktifleri değil imtiyaz talepleri bulunduğu için seçilmiş sayılamazlar.
Bu ülkenin “demokrasisi” seçmensiz ve temsilcisizdir. Bu işleyişi demokrasi saymak ile fantastik bir filmi gerçek sanmak arasında hiçbir fark yoktur.
Demek ki, sansür boyunduruğunda yaşamını sürdürmeye çalışan sanat, müzik ve edebiyat, topyekûn ezilmek istenen muhalefet, giderek sekteye uğrayan temel insan hakları, bilfiil anayasa ihlalleri (En basit örnek: Son yıllarda “anayasal bir ilke olan laiklik” karşıtı yapılan düzenlemeler), çiğnenen uluslar arası hukuk normları, sorumlu olup hesap vermesi gereken olaylardan sonra hiçbir yerde ve hiçbir şekilde kovuşturmaya dahi maruz kalmayan bürokratlar, siyasetin en önemli aktörlerinden biri olan yurttaşların siyasi süreçlerden tamamen dışlanmak istenmesi, demokrasiye/demokratik düşünceye aykırılıklar olarak değerlendirilmiyor!
O yüzden gelin, şimdi demokrasiye biraz daha yakından bakalım isterseniz.
Ahmet Taner Kışlalı’dan aynen aktarıyorum:
Demokratik siyasal sistemler, çoğulcu sistemler olarak da nitelendirilebilir. Çoğulcu sistemlerde tek doğru yoktur ve dolayısıyla yasal bir muhalefet veya muhalefetler vardır.
Çağdaş çoğulcu sistemler, toplumda çıkarları ve dolayısıyla dünya görüşleri farklı kesimlerin bulunmasını doğal sayarlar.
Bu farklı çıkar ve dünya görüşlerinin barışçı yollardan savunulmasına, siyasal iktidarın da bu barışçı savaşım sonunda oluşmasına olanak verirler.
Karl Popper’in ifadesiyle, yönetilenlerin de yönetime katılmaları, yönetilen insanların haklarının tanınması ve hukuk normlarınca garanti altına alınması, kanun önünde eşitlik, özerk bireyler temelinde örgütlenme hakkı, basın ve muhalefet özgürlüğü gibi onlarca farklı faktörü içerir demokrasi.
“Yönetilenlerin de yönetime katılması.”
İşte buradaki en dikkat çekici vurgulardan biri de bu aslında.
Gördüğünüz gibi siyaset, adına Türkiye’de olduğu gibi son derece tuhaf bir biçimde “siyasetçi” denen belirli bir zümrenin falan değil, aksine toplumdaki herkesin işi, herkesin ilgilenmesi gereken bir faaliyettir.
(Bu konuyu incelediğim bir başka yazım için lütfen bakınız: Latin Amerika’nın Kesik Damarları)
Sonuç ve Öneriler
Yazı giderek uzadı farkındayım.
Sonlara doğru yaklaşıyoruz, hemen toparlıyorum.
Bir başka konu seçim barajları mesela.
Herhalde en anti-demokratik uygulamalardan biri olmasına karşın pek konuşulduğunu görmedim bugüne kadar. Milletvekilliği seçilme yaşından, milletvekili sayısından falan çok daha önemli bir şey olduğunu düşünüyorum.
Ahmet Şık’ın bir röportajında söylediği gibi: “Türkiye için en tehlikelisi tek başına iktidarlar.” O kadar haklı ki.
Koalisyonlar yıllarca eleştirildiler, istikrarsızlık yarattığı için yerden yere vuruldular.
Tek başına iktidarla ülkenin hali de ortada işte.
Üstte Ahmet Taner Kışlalı’dan alıntıladığım kısımda olduğu gibi, çoğunluğun çoğulculuğa baskın geldiği bir ortamda demokrasiden söz edilmesi zaten mümkün değil.
Gelelim bir diğer meseleye. 1982 Anayasasına göre, milletvekili seçilebilme kriterlerinden biri, “en az ilköğretim mezunu olmak.”
İnsanlara tepeden bakan biri değilim ama herkesin/tüm ülkenin geleceğini ilgilendiren kararlar için mecliste el kaldırıp oy verecek bir kişinin de asgari lisans eğitiminin olması gerektiğini düşünüyorum.
Bu ülkede en sıradan, en düşük dereceli memuriyetlere bile milletvekili seçilebilme yeterliliğinden çok daha fazla şart isteniyor: KPSS, bir sürü kurum içi sınav, yabancı dil, mülakat vs.
Ancak öte yandan, tüm ülkeyi resmi olarak en üst seviyede temsil eden partili cumhurbaşkanı tek kelime yabancı dil bilmiyor. (“Hello, how are you?” hariç.)
Bütün bunları göz önüne alıp bir bütün halinde değerlendirdiğimizde, acayip bir paradoks, inanılması güç zıtlıklar ve çelişkiler, tuhaf bir irrasyonalitenin var olduğunu görüyoruz bu ülkede.
Yani şöyle diyebiliriz: Ortaokul mezunuysanız ve cebinde biraz paranız varsa rahatlıkla milletvekili olabilirsiniz.
Üstelik mecliste tartışılan konuların içeriğinin kavranmasına falan da gerek yok. İşleyişleri üstte açıkladığım gibi olan partilerin başkanları ne zaman işaret ederse, bir el kaldırılır yeter.
İşte size buram buram içime doğru çekmek istediğim siyasi atmosfer, kabın her yerinden dışarıya doğru taşan ileri demokrasi anlayışı, işte özgürce karar alabilme yetisi!
Yıllar önce, Mehmet Barlas ile Emre Kongar’ın “Yorum Farkı” isimli bir programı vardı NTV’de. Artık ekranlarda görmenizin bile mümkün olamayacağı cinsten, farklı düşüncelerin özgürce ve ayıplanmadan dile getirildiği bir programdı bu.
Kongar bir defasında şöyle demişti: “Demokrasinin içinde demokrasiyi yok etme özgürlüğü yoktur.”
Türkiye’nin tam da bugününü özetliyor. Türkiye bugün, saygın bir araştırma kuruluşu olan Freedom House verilerine göre Özgür Olmayan Ülkeler kategorisinde yer alıyor.
Uygar ve gelişmiş toplumlar; adalet, liyakat, doğruluk, dürüstlük, iyilik, özgürlük gibi ahlaki değerlere ve faziletlere sahip olma derecesine göre ilerleyip gelişirler.
Bunu da anayasal denetim kurumları, uyanık bir sivil toplum, güçlü kamuoyu, bilinçli ve yöneticilerden hesap sorabilen yurttaşlar yapar.
Türkiye’de ahlak derseniz, kimsenin aklına ilk etapta yolsuzluk veya hırsızlık gelmez.
Bunun yerine çok büyük bir olasılıkla -hatta neredeyse kesin diyebilirim- uçkur gelir. Çünkü yazıda açıkladığım şekilde, aynı siyaset anlayışımız gibi, bizim ahlak anlayışımız da son derece “kıt, dar ve sınırlıdır.”
Türkiye’nin demokrasi ve siyaset pratikleri konusunda sınıfı geçemediğine inanıyorum.
Peki bundan sonra neler yapılabilir? Aklıma gelen birkaç şey var bu noktada.
Siyasi kurumlardan ve partilerden bağımsız olarak, sivil toplum kuruluşları ve dernekler öncülüğünde düzenlenecek kimi etkinliklerle, vatandaşlara yurttaşlık bilinci ile ilgili seminerler verilebilir, sempozyumlar ve toplantılar düzenlenebilir.
Ancak bunlar akademik içerikli ve sadece belli bir zümreye hitap eden etkinliklerden tamamen farklı, her yaş grubundan ve her eğitim seviyesinden insanı içine alacak türde olmalıdır.
Hatta üniversitelerdeki öğrenci kulüpleri vasıtasıyla üniversite öğrencilerine direk ulaşılmalı ve onların haberdar edilmeleri sağlanmalıdır.
Nitelikli insanların aktif bir biçimde siyasi süreçlere katılımı teşvik edilmelidir. Bu, ancak onların üstte yazdığım konularda bilgi edinmeleriyle mümkün olabilir.
Kuvvetler ayrılığının yeniden sağlanması için, yeni bir anayasa tartışmaya açılmalıdır. Burada da “siyasetçilerin” değil, öncelikle hukukçuların görüşleri alınmalıdır.
Kimsenin dikkatini çekmemiştir ama, 27 Mayısı yapanların ilk icraatlarından biri, yeni bir anayasa yapılması için hukuk profesörlerini bir araya getirmek oldu.
Bunun yanı sıra milletvekilliği dokunulmazlıklarının da kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Bu zırhı bir defa sırtına geçiren, istediğini yapıyor.
Belki de en önemlisi ise, yöneticilerin görev sürelerinin kısıtlanmasıdır.
Devlet başkanlığı, başbakanlık veya parti liderliği, anayasa, yasa ve parti içi tüzükler vasıtasıyla mutlaka belli bir süre ile sınırlandırılmalıdır. Hatta bir kez seçilebilme şartı getirilmelidir.
Bence en önemli konulardan biri bu.
Hatta size bu noktada çok çarpıcı bir örnek vereyim bununla ilgili.
2020 yılının temmuz ayında yapılan seçimle onaylanan yeni anayasa değişikliği paketi ile birlikte, halen görev yapmakta olan devlet başkanı Vladimir Putin’e, Rusya’da 2036 yılına kadar iktidarda kalma yolu açılmış oldu.
İnanılmaz değil mi? Şaka gibi geliyor ama tamamen gerçek.
2000 yılından beri ülkeyi yöneten Putin 2021 yılı itibari ile zaten 68 yaşında. Buna benzer uygulamalara, mutlaka ama mutlaka bir an önce dur denilmesi gerekiyor. Her yerde ve her ülkede!
Bu uzun, çok uzun, upuzun yazıyı sabırla buraya kadar okuyan herkese çok teşekkür ederim!
Bu kadar uzun bir yazıyı okuduktan sonra bir şeyler daha okumaya devam etmek ister misiniz bilmem ama, ben yine de sizinle birkaç yazımın daha linkini paylaşayım.
- Bu yazıdaki konular ilginizi çektiyse, eminim bu yazı da hoşunuza gidecektir: George Floyd ve Körelen Vicdanlar
- Burada, gündemden hiç düşmeyen bir konu ile ilgili yazdığım yazı var: Kadına Şiddet
- “Türkiye’deki siyaset beni yeterince yoruyor, ruhumu dinlendirmek istiyorum” diyenler ise bu yazıya göz atabilir: Severek Dinlediğim Müzisyenler
Sevgiler, saygılar.
Kaynaklar ve Okuma Önerileri
- Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, Doğan Kitap, İstanbul, 2008
- Benjamin Barber, Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995
- Andrew Heywood, Siyaset, Adres Yayınları, Ankara, 2011
- Münci Kapani, Politika Bilimine Giriş, BB101 Yayınları, Ankara, 2016
- Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009
- Nihat Genç, Köpekleşmenin Tarihi, Cadde Yayınları, İstanbul, 2010
- Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler: Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge Kitabevi, Ankara, 2010
- Kemal Gözler, Elveda Anayasa: 16 Nisan 2017’de Oylayacağımız Anayasa Değişikliği Hakkında Eleştiriler, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa, 2017
- Turan Akıncı, Osmanlı’da Selanik: 1869-1924, Belge Yayınları, İstanbul, 2018
- Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara, 2018
- Ünsal Doğan Başkır, “2010’lar Türkiye’sinde Olağanüstü Hal Yurttaşlığının Geri Dönüşü”, Ayrıntı Dergi, Kış 2021, Sayı 36