İstanbul Gezilecek Yerler
Herkese merhaba!
Hatırlar mısınız, ne güzeldi Levent Yüksel’in şarkısı öyle değil mi?
Saçlarını dağıtır rüzgar yedi tepe üzerinden, hatıralar tarihin küllerini savurur… Kadın gibi, kısrak gibi, sarılayım gel ince beline, yarim İstanbul, gel öpeyim, gerdanından… Minareler uzanmış, gökyüzüne bağırır, kara sevda nerelerden yüreğimi çağırır, dua gibi, büyü gibi ezberledim hasretini, yarim İstanbul, gel öpeyim gerdanından…
1993 çıkışlı Medcezir albümünde yer alan bu şarkıyı dinlerken, bir yandan da elimdeki bir kitabın sayfalarını karıştırıyorum: Çevre ve Ekoloji. Mine Kışlalıoğlu ve Fikret Berkes imzalı bu kitaba zaman zaman bir göz atarım. Kitabın şehir ekolojisi başlıklı kısmında bir bilgiye rastladım. Buna göre, İsviçre asıllı Fransız mimar Le Corbusier’nin 1911 yılında İstanbul’a geldiğini öğreniyorum. Ünlü mimar o dönemdeki İstanbul’a olan hayranlığını şu sözlerle ifade etmiş:
Şimdi New York ile İstanbul’u karşılaştırırsak diyebiliriz ki, birincisi kıyamettir, ikincisi ise bir yeryüzü cenneti. Bir Türk atasözü der ki; “Ev kuran önüne ağaç dikmeli” Oysa biz ise söküp duruyoruz ağaçları. İstanbul bir meyve bahçesidir, bizim kentlerimiz ise taş ocakları. Geleceğin büyük kentleri ağaçlıklar içine kurulabilir.
Kitabın yazarları olan Berkes ve Kışlalıoğlu ise, geçen yüz yıl sonrası durumun nasıl çarpıcı bir şekilde değiştiğinden bahsedip haklı olarak isyan ediyorlar:
Çocukların top oynayacak alan bile bulamadığı, bahçesiz, yeşilliksiz, üst üste beton yığınları ile dolu bir kent, kimin gözüne güzel görünebilir? Kimin için sağlıklı olabilir? Evinizin önüne ağaç dikmeye kalksanız, kaldırıma park etmiş otolardan yer bulamazsınız. Yürüyüşe çıksanız, bozuk kaldırımlarda tökezleyip toz ve egzoz gazı yutarsınız.
Ne Florya taraflarında, ne de Kadıköy yakasında gidilebilecek plaj bulabilirsiniz. Boğazda son kalan yeşil tepeler de hızla betonlaşıyor. Vatandaş özlemini çektiği yeşili ancak mezarında bulabilecek bu gidişle. İstanbul’un selvili mezarlıkları çok güzeldir. Ama eğer bu yeşillikli mezarlıklarda yer ayırtabilecek kadar zenginseniz.
(Kaynak: Çevre ve Ekoloji, Mine Kışlalıoğlu & Fikret Berkes, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2005, s. 130-133)
Aslında Courbusier’den çok daha önce İstanbul’a seyahat eden ünlü bir yazar vardır. Daha çok “Çocuk Kalbi” isimli kitabıyla tanıdığımız Edmondo De Amicis. İtalyan yazar ve gezgin, 1874 yılında İstanbul’a ayak basar. Yani Fransız Corbusier’den tam 37 yıl önce…
Onun da gözlemleri Fransız mimardan farksızdır. Bir gezgin gözüyle bakarak, gemiyle henüz yanaştığı İstanbul’u ve ondan büyülenişini şöyle ifade eder kitabında:
Şimdi anlat bakalım zavallı, bu ilahi hayali anlatabilmek için kafi gelmeyen kelimelerinle günaha gir! İstanbul’u anlatmaya kim cüret edebilir? Chateaubriand, Lamartine, Gautier diye mi mırıldandınız? Tasvirler, tabirler akla doluşurken kalemden kaçıp uzaklaşıyor. Ümitsizce, ama beni sarhoş eden bir hazla hem görüyor, hem konuşuyor hem de yazıyorum.
Haydi bakalım! Önümüzde geniş bir nehir gibi Altınboynuz görülüyor. İki yüksek sahilinin üzerinde birbirine muvazi olarak uzanan ve sekiz millik tepeleri, vadileri, körfezleri, burunları içine alan sıra sıra kasabalar var; kat kat yükselen yüzlerce bina ve bahçe; renk renk ev, cami, saray, hamam, köşk setleri ve bunların arasından upuzun fildişi kuleler gibi semaya yükselen bir sürü parlak külahlı minare.
Bu harikulade manzaranın hususiyetlerini nasıl kavramalı? Bir an yakın kıyılara, bir Türk evine veya yaldızlı bir minareye bakıyorum ama hemen sonra nazarlarım bu ışıklı büyük derinlikte yeniden dolaşıp dururken, gözlerimi takip edemeyen perişan zihnim ile şu iki dizi hayal şehrinin içinde kaybolup gidiyorum.
İlk heyecan geçince yolculara baktım, dilleri tutulmuş gibiydi. İki genç Atinalı kızın gözleri nemliydi, Rus hanım, şu tantanalı anda küçük Olga’yı göğsüne bastırmıştı ve buz gibi soğuk İngiliz rahip ilk defa sesini duyuruyor, zaman zaman wonderful, wonderful diye bağırıyordu.
(Kaynak: Edmondo De Amicis, İstanbul, Çev. Beynun Akyavaş, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2006, s. 15-17)
İstanbul gerçekten de geçen süre içinde akıl almaz bir hızla ve ne yazık ki plansız büyüdü. Berkes ve Kışlalıoğlu’nun üzülerek belirttiği gibi, artık gerçekten de kaldırımlarda yürümek dahi zor çünkü İstanbul’da araç sayısı dört milyonun üzerinde…
Tüm olumsuzluklarına karşın İstanbul gezilecek yerler bakımından çok zengin. Ne ölçüde sahip çıkıldığı tartışmalı olsa da, müthiş bir kültürel ve tarihsel mirasa ev sahipliği yapıyor.
İşte bu yazıda ben de sizlere, alışıldık İstanbul turistik yerler dışında kalıp ismi pek geçmeyen, ama İstanbul’da görülmesi gereken yerler arasında yer alan kimi önemli yapıları tanıtacağım. Yani bu listede Arkeoloji Müzesi, Topkapı Sarayı, Kapalıçarşı gibi popüler ve bol turist çeken yerlerden ziyade, keşfedilmeyi bekleyen diğer gizli hazineler var.
Gerçekten de, her bir yanı görülecek abidevi yapılarla süslü bu yedi tepeli şehre aşık olmamak imkansız! İşte İstanbul’da gidilmesi gereken yerler, karşınızda bir nevi İstanbul gezi rehberi…
İstanbul Görülecek Yerler
Küçüksu Kasrı
Küçüksu Kasrından başlayalım o halde. Arapça bir kelime olan Kasır, köşk anlamına gelmektedir. İstanbul’un Anadolu yakasında, adından da anlaşılacağı üzere Küçüksu mahallesinde yer alan bu yapı, ilk olarak Sultan 1. Mahmut döneminde, denize sıfır, ahşap ve iki katlı bir saray olarak inşa edilmiş. Sultan Abdülmecid döneminde ise bu bina yıktırılarak günümüzde mevcut olan yapı oluşturulmuş. 1857 yılında hizmete giren bu yeni Küçüksu Kasrının mimarı ise Nikogos Balyandır.
Bodrumla beraber üç katlıdır. Hemen önünde bir kafenin yer aldığı, Anadolu Hisarında ziyaretçilerini bekleyen bu kagir binayı Pazartesi ve Perşembe günleri hariç her gün ziyaret etmek mümkün.
Özellikle bahar aylarında, kasrı gezdikten sonra denize sıfır kafe kısmında demli bir çay yudumlamayı ihmal etmeyin. Müzekart burada ne yazık ki geçmiyor. Küçüksu Kasrı bilet fiyatları: Tam 5, öğrenci 2,5 Türk Lirası. (Müzekart ile ilgili detaylı bilgi için buraya tıklayınız: Müzekart)
Şişli Atatürk Müzesi
Burayı herkes mutlaka görmeli. Tarihsel önemi öylesine büyük ki! 1. Dünya Savaşı sonrası İstanbul’a gelen Mustafa Kemalin bir süre ikametgah adresi olan bu ev, günümüzde güzel bir müzeye dönüştürülmüş durumda.
Atatürk 1918’te büyük savaşın sona ermesinden sonra bu evi kiralar ve Milli Mücadeleyi başlatacağı tarih olan 19 Mayıs 1919’a kadar burada yaşar. Mustafa Kemal’in, annesi Zübeyde Hanıma “Tam istediğim gibi” dediği bu evi ona aile doktoru Rasim Ferid Bey bulmuştur.
İpek Çalışlar, Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Mustafa Kemal Atatürk isimli kitabında, bu ev hakkında Şevket Süreyya Aydemir’den şu alıntıyı yapar:
Tereddüdün zamanı geçmişti. Evinin kapıları her an çalınabilirdi. Odanın bir köşesinde gömüldüğü koltukta halsiz, hareketsizdi. Tabladaki sigara artıkları bir tepe gibi yığılmıştı. Bir aralık, yalnız ümitlerini, yaşama arzusunu kaybeder gibi oldu. O zaman kendinden korktu. Yerinden fırladı. Sigara paketini kavradı. Kibriti çaktı.
Karanlık, ıssız ve her tarafından hayaletler dolaşıyormuş sanılan kasvetli odanın ortasında bir ışık belirdi. “Çocuklar buraya gelin!” diye bağırdı. Yaveri odaya koştu. O gece perdeleri indirilmiş Şişli evinin yatak odasında uykusu kaçan adam, kendi kendisiyle bir savaşmış, kararını vermişti.
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam kitabı 1. cildinden aktaran İpek Çalışlar, Mustafa Kemal Atatürk Mücadelesi ve Özel Hayatı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018, s. 184
Evin önemi, bu bilgilerden sonra sanırım çok daha iyi anlaşılmıştır… Ev üç katlı. Giriş herkese ücretsiz. Her bir kattaki odalarda çeşitli eşyalar sergileniyor. Milli Mücadele dönemi fotoğrafları, Atatürk İnkılapları ile ilgili belgeler, Atatürk’ün şahsi eşyaları ve giydiği kıyafetler, Fransızcadan Türkçeye çevirdiği kitaplar, yaveri Cevat Abbas Gürer’e ait eşyalar ve fotoğraflar…
Atatürk, her iki çok partili sistem döneminde de (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası) siyasal partilerin belirli çıkarları temsil etmesini onaylamamıştır. O çıkarların değil düşüncelerin çarpışmasının gerekli olduğunu çünkü ancak bu suretle hakikatin ortaya çıkarılmasının mümkün olacağını düşünmüştür.
Bir biçim olarak ele aldığımızda Atatürk’ün zamanında aşkın devletle karşılaşıldığını iddia etmek çok güçtür. Atatürk, karizmatik niteliklerine rağmen kişisel yönetimden kaçındı. Bill ve Leiden, Atatürk’ün tüm Ortadoğu’da bu tür bir yönetime en az başvuran lider olduğunu belirtmişlerdir. Sadece ulusal bağımsızlık mücadelesinin ilk evrelerinde değil, daha sonra iktidarını pekiştirdiğinde de, bir mevkide bulunan kişiyle o mevkii birbirinden ayırma konusunda dikkatliydi.
(Kaynak: Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 100, 113 ve 115)
Bu çok özel müzede, yabancı ve Türk ressamların elinden çıkma, yine o dönemlere ait nefis tablolar da yer alıyor. Örneğin İtalyan ressam Vittore Pisani bunlardan yalnızca biri. Belki Selanik Atatürk Evine gidememiş olabilirsiniz ama Şişli’ye, Mecidiyeköy’e, Osmanbey’e veya ne bileyim Harbiye’ye yolunuz mutlaka düşecektir, geçerken buraya uğramayı ihmal etmeyin.
Hatta varsa çocuğunuzu da yanınıza alıp dolu dolu birkaç saatinizi buraya ayırın, ona gerçek tarihi anlatın. Anlatın ve gösterin, gösterin ki, “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” diyen bu büyük insanı biraz daha yakından tanıyabilsin. Ülke olarak buna şu an gerçekten çok ihtiyacımız var çünkü. (Atatürk ile ilgili yazmış olduğum bir diğer yazı için bakınız: Atatürk’ün Hastalığı)
Yıldız Şale Köşkü
Milli Saraylar bünyesinde yer alan Şale Köşkü, İstanbul’da doğup büyümüş biri olarak bunca yıl ziyaret etmediğim için kendimden utanmama neden olmuş harika bir yer.
Hepimizin bildiği gibi Yıldız; Beşiktaş, Ortaköy ve Balmumcu arasında yer alan genişçe bir alan. Zaman içinde eklenen binalar ve son olarak 2. Abdülhamid döneminde yapılan düzenlemelerle birlikte Yıldız Sarayı adını alan bu bölgede birçok yapı bulunuyor aslında. Şale Köşkü de bunlardan biri oluyor.
Zaman zaman Merasim Köşkü olarak da anılan Şale, 19. yüzyıl mimarlığının en önemli yapılarından biri. Önünde yer alan geniş bahçesi ve üç bölümden oluşan binasıyla gerçekten göz alıcı…
Köşk bodrumuyla beraber üç katlı ahşap ve kagir olarak inşa edilmiştir. Ahşap panjurlu pencereler dışarıdan hemen dikkati çeker. İç kısım dekorasyonu da en az dışı kadar ihtişamlıdır. Yapının içinde öne çıkan en dikkat çekici bölümlerden biri hiç kuşkusuz Tören Salonudur.
Duvarlardaki kartonpiyerler İtalyan, Türk ve Ermeni ustalarca yapılmıştır. Bu salonun zeminindeki bej & kırmızı renkli Hereke Halısı tek parça olup, yaklaşık 400 metre karelik bir alanı kaplamaktadır. Şöminelerin üstündeki büyük aynaların önünde Paris markalı bir saat ve iki adet yıldız vazo bulunur.
Bunun yanı sıra İsveç yapımı çini sobalarını da gittiğinizde dikkatle incelemenizi öneririm. Köşkün içini gezerken her bir odayı hayranlıkla incelemiştim. Avrupa’da gördüğüm birçok saray ile aynı ölçüde ihtişamlıydı diyebilirim kesinlikle. Avizeler, duvar kaplamaları, tablolar, mobilyalar, hamamlar, odalar… Evet, köşkün içinde, en alt katta hamam bile var!
Köşkün Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki en önemli ziyaretçisi Alman İmparatoru 2. Wilhelm’dir. Hatta yapının üçüncü bölümü, imparatorun İstanbul’u ikinci kez ziyareti dolayısıyla eklenmiştir. Salah Birsel, Kahveler Kitabında, bu ziyaret için Beyazıt’tan başlayarak Hipodroma kadar olan yolda yer alan tüm barakaların (Kitapçı, berber, kebapçı vs.) tekerlekli kızaklara bindirilip kısa süreliğine meydandan uzaklaştırılıp taşındığını yazar.
İkinci Wilhelm aynı zamanda Sultanahmet Meydanında adına bir de çeşmesi bulunan imparatordur. Burası Alman Çeşmesi adıyla bilinmektedir. Hazır yeri gelmişken kısaca Alman Çeşmesinden de bahsedeyim. Sultanahmet Meydanında yer alan yapı, 1. Dünya Savaşı öncesinde Kayzer 2. Wilhelm’den bir armağandır aslında. Burası eskinin Hipodrom Meydanı olarak anılan kısmının başlangıç noktasıdır aynı zamanda.
Şu anda bulunduğu yere 1900 yılında dikilmiştir. Sekizgen planlı bu anıt çeşmenin üstü bir kubbe ile örtülü haldedir. Kubbenin iç kısmında, üstteki fotoğraftan görülebileceği gibi, Sultan 2. Abdülhamit’in tuğrası ve 2. Wilhelm’in monogramı bulunmaktadır. Bu bilgiyi de araya sıkıştırdıktan sonra Yıldız Şale Köşküne veda edebiliriz artık.
Yıldız Şale Köşküne ulaşım için Beşiktaş’tan yürüyerek gitmek mümkün. Ancak tepeye doğru biraz tırmanmak gerekecek, haberiniz olsun. Şale Köşkü bilet fiyatları tam 10 TL, indirimli 5 TL. Detaylar için burayı tıklayın: Yıldız Şale Köşkü
Binbirdirek Sarnıcı
Yerebatan Sarnıcı çoğu kimseye yabancı gelmez. Gitmemiş olanlar bile ismini bir şekilde duymuştur. Ancak Binbirdirek Sarnıcının durumu, üstelik Sultanahmet’in tam göbeğinde olmasına rağmen aynı değil. İşin ilginci, bu sarnıç İstanbul’un bilinen en eski sarnıcıdır aslında…
Aslında sarnıcın girişinde bir bilgi notu/levhası yer almasına rağmen, bu tür notlar şu ana değin görebildiğim kadarıyla oldukça özensiz hazırlandığı için (Yazılardaki Türkçe imla, noktalama hataları ve anlatım bozukluklarına değinmiyorum bile), ben size her zamanki gibi sağlam ve güvenilir bir kaynaktan bilgiler aktarmak istiyorum burası hakkında…
Akademisyen ve tarihçi Stefanos Yerasimos, Alfa Yayınları tarafından basılan İstanbul isimli muhteşem kitabında, bu sarnıcın Romalı bir senatörün ismini taşıdığını yazar. Hatta bir ihtimal, Justinianus döneminden bile kalmış olabileceğini söyler.
On dört sütunluk on altı sıra halinde toplam iki yüz yirmi dört sütuna sahip olmasına karşın burası Binbirdirek şeklinde isimlendirilmiştir. Yapının mimarı, iki sıra sütünü üst üste bindirmiştir. Ancak gittiğinizde, girişin hemen karşısında kalan küçük bir alan dışında bu kısımları tamamen göremiyorsunuz çünkü yapının tabanı dolmuş durumda.
Bu sarnıç Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise asıl amacının tamamen dışında, İplikhane olarak kullanılmış. Üzülerek söylemeliyim ki, sarnıcın mevcut durumu içler acısı. İçeriye hafif bir küf kokusu hakim. Çoğu kısım zaten perde bölmeler çekilmek suretiyle kapatılmış. Belki de yapının kabaca 4/1’ini gezebiliyorsunuz diyebilirim.
İçeriyi gezmek 10-15 dakikanızı almayacaktır. Binbirdirek Sarnıcı Sultanahmet metro istasyonunda inince hemen sağ tarafınızda kalıyor. Giriş ücreti 5 TL. Sarnıcın alta koyduğum nefis gravürü ile mevcut durumu son derece zıt olsa da, gitmedim, görmedim demezsiniz en azından. Sonuçta İstanbul’da yaşıyoruz… Buranın bu halde olmasına göz yumulması inanılır gibi değil gerçekten.
Aslıhan Pasajı
Kütüphaneler, kitapçılar ve sahaflar… Hayatın hengâmesinden ve günlük yaşamın stresinden bunalanların biraz olsun nefes alabilmek adına adım attıkları yerler. Üstelik orada kin de yoktur, nefret de, kırgınlık da… Kitaplar, kendisine ayrılan yerde bir yanındakine karışmadan öylece durup beklerler.
Aslıhan Pasajı, Taksim İstiklal Caddesinde yer alan ve içine girdiğinizde eski kitap kokusunu iliklerinize kadar hissedebileceğiniz, ucuz kitap satılan harika bir yer, diğer ismiyle Sahaflar Çarşısı. Galatasaray Lisesinin tam karşı sokağında, şatafatlı dükkanlarıyla ön planda yer alan bir muhitte, masalsı bir kaçamak yeri, adeta Neverwas’daki Ian Mckellan’ın şatosu… (Bu filmi mutlaka seyredin!)
Türkiye, yıllık kişi başına düşen kitap sayısı bakımından az gelişmiş ülkeler sıralamasında zirveye oynayadursun, burada tesadüf edilen kalabalıklar umutlandırıyor insanı. Çocukların okumadığı, hediye olarak verilen kitaplara sadece dudak büktüğü de düşünüldüğünde, karşılaşılan her üniformalı genç öyle ya da böyle potansiyel bir okur burada.
Montaigne; “Seçmesini bilenler için kitapların pek hoş özellikleri vardır ama çaba harcanmadan iyiye ulaşılmaz” der. Onlar çaba harcamaya niyetliler. Kültür endüstrisinin yarattığı yapay dünyadan sıyrılmayı göze almış durumdalar. Televizyonun beyinleri kemiren bir uyuşturucu olduğunu anlamaya çok yakınlar.
Bize düşen, gerek ailemizden, gerekse sosyal çevremizden tanıdığımız gençleri ve çocukları bu tür yerlerden haberdar etmek ve kitaba yönelmeleri için çaba sarf etmektir. Bu, hepimiz için kıyıda köşede kalmaktan unutulmuş bir sosyal sorumluluktur aynı zamanda. Ünlü iletişim bilimci Ünsal Oskay’ın dediği gibi: Yıkanmak istemeyen çocuklar olalım!
2007 İstanbul Film Festivali’nde seyrettiğim, baş rolünde Raz Degan’ın oynadığı Yüz Mıh (Centochiodi) isimli bir İtalyan filmi vardır. Aslıhan Pasajında gezerken aklıma hep bu film gelir… Taksime yolunuz düştüğünde Aslıhan Pasajına bir uğrayın…
Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi (Müzesi)
İstanbul aşığı John Freely, İstanbul’u Dolaşırken isimli kitabında burayı şöyle tanımlar: Babıali’nin karşısında çıkıntı yapan saray duvarında, büyük, çokgen bir seyir köşkü vardır. Burası sultanın kafesli pencerelerin arkasından sadrazamlığa gelen gideni izlediği Alay Köşküdür.
Bir zamanların alay köşkü günümüzün müze kütüphanesi oldu. İsmi de Ahmet Hamdi Tanpınar Müzesi veya Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi diye geçiyor. 2011 yılında bu isimle hizmete açılan binanın, bugün göründüğü şekliyle yapım tarihi ise 1819. Eski ahşap halinin yapımı ise 16. yüzyıla dek uzanıyor. Burada vaktiyle sultanlar resmigeçitleri seyredermiş.
Gülhane Parkının hemen girişinde, solda yer alan yapı ne yazık ki birçok insanın gözünden kaçıyor. Görenler ise sanırım ücretli olduğunu düşünerek çoğu kez uzun merdivenleri çıkmaktan kaçınıyor. Oysa burası akşam 20:30’a kadar açık ve ücretsiz bir müze/kütüphane.
İçinde ufak odacıklar yer alıyor. Odalardan biri tamamen masalardan oluşuyor ve okuma yapıp ders çalışmak isteyenlere ayrılmış durumda. Köşke adımınızı atar atmaz, geniş holü sizi daha başından etkiliyor zaten. Etrafta sıra sıra dizilmiş kitaplık rafları ve aralara serpiştirilmiş, başta müzeye ismini veren Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait olmak üzere, Türk edebiyatının seçkin kalemlerine ait kişisel eşyalar var. Vaktiyle, İstanbul’un bazı kıraathaneleri bile böyle kütüphane niteliğindeymiş.
Salah Birsel, yine Kahveler Kitabında, bunlardan birinin de Çemberlitaş yakınındaki Uzunkahve olduğunu yazar. Kahvenin sahibi Sarafim Efendi, kahvesinde gazete ve dergi bulundurup müşterilerine sunan ilk kahvecidir.
Sonradan Okçularbaşı Kahvesi diye de anılmayan başlayan bu kahvede kitaplar satılmakta ve kahveye gelenler masaların üstünde yeni çıkan kitapları da bulabilmektedir. Örneğin Yusuf Ziya Ortaç, buraya gelip bir yandan çayını yudumlarken bir yandan da kitapları karıştıran isimlerden yalnızca biridir.
Tekrar Tanpınar Müzesine dönelim. Müzenin bir özelliği de, alt katında çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor oluşu. Ben bir defasında tesadüfen Göksel Baktagir’in bir konferansına denk geldim. (Hemen şimdi Youtube’u açın ve “Bir Hayal Gibi”yi dinleyin!) Geçenlerde de burada canlı bir müzik dinletisine gittim. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Kütüphanesini eminim siz de çok seveceksiniz.
Aşiyan Müzesi
Bir diğer ismiyle Tevfik Fikret Evi. Veya Tevfik Fikret Müzesi de diyebiliriz elbette. Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde yaşamış, Galatasaray Lisesinde öğretmenlik ve idarecilik yapmış olan ünlü yazar Tevfik Fikret’in 1906-1915 yılları arasında yaşadığı Aşiyandaki evi, günümüzde müze olarak hizmet veriyor.
İstanbul gezi rehberi deyince burayı da hatırlatmak gerekir. Bildiğiniz gibi Tevfik Fikret, Servet-i Fünun döneminin önde gelen şairlerinden biriydi. Fikret, Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Ben İnkılap ruhunu ondan aldım” dediği kişidir aynı zamanda. Hayatının son yıllarını geçirdiği bu evde yazarın kişisel eşyalarını göreceksiniz.
Önceleri Edebiyat-ı Cedide Müzesi olarak anılan Aşiyan Müzesi içerisinde, Fikret’in kişisel eşyalarını görmenin yanı sıra, o dönemin ünlü diğer simalarının hayatlarına da tanık olacaksınız. Duvarlarda Albülhak Hamit Tarhan, Recaizade Mahmut Ekrem, Namık Kemal, Lüsyen Hanım gibi isimlerin portreleri ve fotoğrafları bulunuyor. (Can Dündar’ın kitabı Lüsyen’i, ilgilenenlere tavsiye ederim.)
Müzenin en dikkat çekici objelerinden biri ise, girişte hemen solda yer alan ve Abdülmecit Efendi’ye ait olan tablo. Bu tablo, Tevfik Fikret’in Sis isimli şiirinden esinle yapılmıştır. Dikkatlice bakıldığında, tabloda hoş bir detay yakalayacaksınız.
Çok büyük olmayan evi gezmek için aşağı yukarı 40-45 dakika yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Bu arada, Aşiyan Müzesine doğru giderken bir yokuş çıkacaksınız. Yolunuzun üzerinde karşınıza çıkacak olan Aşiyan Mezarlığına da vaktiniz varsa bir uğrayın derim. Zira burada da çok önemli isimlerin mezarları bulunuyor.
Evi gezmek kısa sürebilir ama Aşiyan Müzesinden İstanbul’u seyre dalmak ise gerçekten paha biçilemez! Ziyaretin bu kısmı belki müzenin kendisinden daha uzun sürebilir. Evin yapıldığı yeri görünce, Tevfik Fikret gerçekten de ince bir zevk sahibiymiş diyorsunuz… Burada da Aşiyan Müzesinin web sayfası var: Tevfik Fikret Müzesi
Fener Rum Lisesi
İstanbul gezi rehberi listemizin içinde, tarihi bir okul binası da kendine yer buldu. Nasıl bulmasın ki? Okul ama ne okul… Mimarisiyle bir sanat müzesinden farksız adeta. Manzarası da Aşiyan Müzesinden aşağı kalır gibi değil!
Fener Rum Lisesi, adından da anlaşılacağı gibi İstanbul’un Fener semtinde yer alıyor. Nasıl vaktiyle Balat ve Hasköy civarında Museviler, Kumkapı ve Samatya civarında Ermeniler varsa, burada da Rumlar yaşarmış. İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet bir ferman yayınlar. Buna göre tüm Ortodokslar eğitimlerini kendi dillerinde yapma hakkına kavuşur. Böylece Fener semtinde bir okul kurulur.
Okul 1861 yılında klasik anlamda eğitim veren bir liseye dönüştürülür. Tuğlaları nedeniyle Kırmızı Mektep veya Mekteb-i Kebir olarak da anılan Fener Rum Lisesi de, günümüzdeki görünümüne işte bu dönemde kavuşur.
Okulun mimari Konstantin Dimadistir. Okulun bulunduğu yerdeki arsa ise eski Moldovya Prensi Dimitri Kantemir tarafından bağışlanmıştır. Üç kattan oluşan bu yapıyı, dışarıdan bakmakla yetinmeden, eğer şansınız varsa benim gibi içine girip gezebilirsiniz. Okuldaki öğrenci sayısı günümüzde oldukça azalmıştır. Bu harika lise, hem üstün mimarisi, hem ihtişamı ve hem de şehre tepeden bakan konumuyla Krakow’daki Wawel’i andırmaktadır. Her ikisi de bütünüyle muazzamdır ve ölmeden önce mutlaka görülmeleri gerekir.
Yazının sonuna doğru yaklaşırken, Buket Uzuner’in Benim Adım İstanbul isimli kitabından bir alıntı yapalım:
Adım İstanbul: Saadetler ve felaketler şehriyim; denizler tanrısı Poseidon’un kızıyım, altın postu arayan Argonotlar’ın mucizesi, Orta Çağ şehirlerinin imparatoriçesi, Yeni Çağ ve Yakın Çağın müjdesi, 21. Yüzyılın yeniden parlayan yıldızıyım. Benim adım İstanbul!
Burada “İstanbullaşmak” ismindeki şu kitaba göz atabilirsiniz: İstanbullaşmak
Burada da okumak isteyenler için beş gezi yazısı var. Bunlardan ilki, üstte, bu yazının içinde ismi geçen İstanbul aşığı John Freely’nin bir kitabı. Yani İstanbul ile ilgili kitaplar listesinden bir yayın. İstanbul’u Dolaşırken: John Freely ile İstanbul’u Dolaşırken
- Antoni Gaudi’nin Barselonası: Antoni Gaudi ve Barcelona
- Pamukkale gezi rehberi: Pamukkale gezi notları
- İtalya seyahat ipuçları: İtalya gezi ipuçları
- Slovenya Bled gezi rehberi: Bled Gezi Notları
Şimdilik hoşça kalın, beğendiğiniz yazılarımı sosyal medya hesaplarınızda paylaşmayı unutmayın lütfen!
Ah İstanbul diyorum! Dünyada eşi benzeri olmayan şehrin nedir bizden çektiği!
Güzel ve özenli anlatmışsın, İstanbul`u bilmek isteyenler için iyi bir rehber olur.
Bu arada İstanbul deyince aklıma Alp`in bloğu gelir. Belki de biliyorsundur: http://www.istanbulistanbulolali.com Alp bir İstanbul tutkunu, sayesinde çok şey öğrendim.
Merhaba,
Bilmiyordum, hemen bakıyorum. Adı da şarkısı gibi güzelmiş.
Selamlar. Küçüksu Kasrı’na gitmemiştim. Şale Köşkü de etkileyici görünüyor. Bilgiler için teşekkürler.
Ben teşekkür ederim yorumunuz için.