Nerelisin?
İstasyona gideceğim. Hava dayanılır gibi değil.
Hesabı öderken:
-Nerelisin diyor garson.
-Hiçbir yerli.
(Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 63)
Gezip gördükçe, yeni şehirler, yeni ülkeler keşfettikçe, yeni insanlar ve kültürleri biraz daha yakından tanıdıkça, bu sorunun yersizliğine daha fazla hükmettim: Nerelisin?
Türkiye’nin gündemden hiç eksik olmayan kimi meselelerine bakınca, bunların ilk sırasında kimlik meselesinin geldiğini görürsünüz.
Ancak ben, ömrümde özellikle şu son zamanlardaki kadar ayrıştırma görmedim: Alevi, Sünni, Ermeni, Kürt, Çerkez, Trakyalı, Laz, Egeli, Özbek, Türkmen, Güneydoğulu, Malatyalı, Mardinli…
Bunlar Müslüman, öteki Hristiyan, beriki Ateist, ötedeki terörist, Komünist, çapulcu, Suriyeli vs. Ne ararsanız var. Artık aklınıza ne gelirse…
Algıda seçicilik desen değil, gerçekten yüzlerce yıldır beraber yaşayan bir topluluk üyeleri ilk kez açıktan bu denli farklılaştı sanki bu coğrafyada son yıllarda, belki de daha önce hiç olmadığı kadar.
Ama her şeye -belki isteyerek belki de istemeden- katkı veren, yangına körükle giden de yine bizim insanımız aslında. Hepsi “Nerelisin?” sorusuyla başlıyor çünkü konuşmaya. Kilit nokta burası.
Nerelisin?
Size öyle gelmeyebilir ancak yeni tanıştığınız bir insanla muhabbete nerelisin sorusuyla başlıyorsanız şayet, ne kadar iyi niyetli olsanız dahi, otomatikman sekterleşmeye doğru yaklaşıyorsunuz demektir.
Yani önceden beyninizde yer etmiş düşünceler, deneyimler, hayat tecrübesi ve gündelik bilgi, sizi alınacak cevaba göre bir bilinmeyene doğru sürüklemeye başlıyor. Bunun sonucunda da ön yargı dediğimiz şey kolayca şekilleniveriyor. Üstelik siz hiç hissetmeden.
Ne kadar da kolay! Acısız, kansız, ağrısız, masrafsız… Ekşi Sözlükte bir yazar, bu soruyu (Nerelisin?) düşünce tembelliği olarak tanımlamış, kesinlikle aynı fikirdeyim.
Maria Konnikova’nın, en çok satan kitaplar listesini uzunca bir süre işgal eden ünlü kitabı Sherlock Holmes Gibi Düşünmek‘ten bir alıntı yapayım burada:
İlk andan itibaren düşünme şeklimizi idare eden çatı katımızın yapısıdır: Alışılmış düşünce ve işletim biçimleri, zaman içinde gelişen dünya görüşümüz ve onu değerlendirme biçimimiz, gerçeğe dair anlık ve sezgisel algımızı şekillendiren ön yargılarımız ve deneyimlerimiz.
Örneğin, önceden yaşadığınız kişisel bir hayat tecrübeniz neticesinde, üzerinizde olumsuz bir intiba bırakmış biri ile yeni tanıştığınız kişinin aynı şehirli olduğunu öğrenmek, kafanızda yalnızca birkaç saniye içerisinde şimşek çaktırmaya yetiyor.
Veya bunun tam tersi de geçerli elbette. Tesadüfi şekilde hemşeri olduğunuzu öğrenip, en koyusundan “vay toprağım benim” şeklinde muhabbete girip seviniyorsunuz, deyim yerindeyse ağzınız kulaklarınıza varıyor.
Halbuki serinkanlı olup, duygusal değil de sağduyulu düşündüğünüzde, karşıdaki insanı hayatınızda ilk defa görüyorsunuz ve hakkında bildiğiniz tek şey o an öğrendiğiniz ismi ve yalnızca memleketi.
İn midir, cin midir, hırlı mıdır yoksa hırsız mıdır en ufak bir bilginiz dahi yok!
Aynı kitaptan bir başka alıntıyla devam edelim o halde:
Yabancı bir kadın veya erkek gördüğümüzde, kendimize sorduğumuz her soru ve beynimizin içine sızan, ya da tabiri caizse çatı katımızın küçücük pencerelerinden içeri kaçan her detay, belirli bir takım ilişkilendirmeleri aktive ederek beynimizin harekete geçmesini sağlar.
Ve bu ilişkilendirmeler, bırakın konuşmayı, hiç tanımadığımız bir insanla ilgili kafamızda bir hüküm oluşmasına neden olur.
Nerelisin?
Bana ne? Bize ne? Ya da size ne? Kime ne? Her kimse kim, nereliyse oralı, kimin umurunda? Daha doğrusu neden bu kadar umurunda/umurumuzda?
Stefan Zweig gibi, bu dünyanın sıradan bir vatandaşı değil mi? Ki o yazar bile, üstelik en meşhur olduğu dönemde, hayatın garip bir cilvesi olarak haymatlos durumuna düşmüştür!
İsmin ne diye sorarım önce, kaç yaşındasın, ne iş yapıyorsun? Ne tür müzikleri dinlersin/seversin örneğin? Yeni tanıştığım tek bir insana bile, bu soruyu hayatım boyunca sormadım bugüne dek, aklımın ucundan dahi geçmedi.
İktisat tarihçisi, çok sevdiğim, hayranı olduğum akademisyen Mehmet Ali Kılıçbay, Biz Zaten Avrupalıyız isimli kitabında şöyle yazar:
Dünyayla insan olma tabanında birleşmeyi ve bütünleşmeyi bir türlü beceremediğimiz için ırkçı görüşlere ancak kendimiz söz konusu olduğunda karşı çıkıyor ve bunu da insanlık idealleri nedeniyle değil de Türklere (Bu kavramın yerine üstteki saydıklarımdan herhangi birini koyabilirsiniz) bu nasıl yapılır zihniyeti içinde sergilediğimiz için, aslında ırkçılığı meşrulaştırmış oluyoruz.
(Kaynak: Mehmet Ali Kılıçbay, Biz Zaten Avrupalıyız, İmge Kitabevi, Ankara, 2005, s. 61)
Dünya her geçen gün aşırı sekterlik yüzünden giderek daha da ayrışıyor. Milliyetçilik, dünya genelinde uzun zaman sonra hiç olmadığı kadar yaygınlaştı.
Bir de üstüne üstlük bu konulardan prim yapmaya çalışan politikacılar protesto edileceğine şuursuzca alkışlanıyorlar!
Nerelisin?
İnsanların çoğu, Eski Yunan’dan kaynaklanan bir refleksle, kendilerini cemaatlerin -buradaki cemaat kavramı Ferdinand Tönnies’in Gemeinschaft kavramına karşılık gelmektedir- parçası olmak zorunda hissediyor çoğu kez. Bu yüzden Batıdan sıyrılıyor ve Doğululuğu bir türlü aşamıyoruz.
Auguste Comte, insanlık dini diye bir kavramdan bahsetmiş vaktiyle, keşke ona kulak verebilseydi bütün insanlık.
Wilhelm Reich; ”Yaşam senin hahamlığınla değil, protoplazmanın hareketiyle başlar küçük Yahudi” diyor Dinle Küçük Adam isimli nefis kitabında, hem de üzerine basa basa. Ona sarılsaydık, o zaman bunların hiçbiri olmaz, başımıza bunca kötü şey gelmezdi eminim.
Prof. Dr. Artun Ünsal, Anadolu’da Kan Davası isimli kitabında bakın nasıl çarpıcı bir tespitte bulunuyor:
Türkiye’de yerel kültürün çeşitliliği hemen göze çarpar: 776 bin kilometrekarelik toprakları üzerinde, Avrupa kesimindeki Doğu Trakya’dan Kuzey Karadeniz Dağlarına; doğuda İran sınırından Van Gölü’ne; batıda Ege Denizinden Güneydoğudaki Irak ve Suriye sınırına gerçek bir insan mozaiği ile karşılaşılır.
Kapıları ardına kadar açık olsa da, çok uzak kaldığı büyük kent merkezlerinden yaşam tarzı ve koşulları çok farklı olan kırsal kesim, global topluma göre bir alt kültür oluşturur.
Bu alt kültür de kendine özgü kültürel, dinsel ve etnik özellikleriyle daha da ayrışan yerel ve yöresel kültürlere ayrılır. Yerel kültürlerin üyelerinin, şiddete yönelik normatif eğilimlerini büyük ölçüde belirleyen, işte bu farklılıklardır.
(Kaynak: Artun Ünsal, Anadolu’da Kan Davası, Çev. Niyazi Öktem & Emre Öktem, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995, s. 22-23)
Hepimizin bildiği gibi Nasrettin Hoca, 13. veya 14. yüzyılda Akşehir civarında yaşamış veya yaşamış olduğu düşünülen bir gülmece ustası.
Nasrettin Hocanın bugün dünyanın neredeyse her yerinde tanınan bir güldürü kahramanı olması, fıkralarının, hikayelerinin hala güncelliğini koruması ve değerini asla yitirmemesi taşıdığı evrensel değerden ileri geliyor.
Aziz Nesin, konuya benimle aynı pencereden bakan yazarlarımızdan yalnızca biri. Bakın ne diyor:
Bir örümcek ağını gerdiği alan içindeki en ince titreşimle bile nasıl ilgili ve her titreşime nasıl duyarlıysa, ben de tüm dünyaya ağını germiş, duyargalarını uzatmış ve tüm yeryüzüne yayılmış gibi, yeryüzünün tüm titreşimlerini kendimde duyuyorum.
Çok doğal olarak en yakınımdakine daha duyarlıyım. İnsanlarla sürekli alışveriş içindeyim. Sanki bütün yeryüzü insanlarına görünmez ama organik bağlarla bağlı gibiyim.
Bütün insanların nabızlarının benim bileğimde attığını ve yüreklerinin de göğsümde çarptığını duyuyorum. Bunu laf olsun diye söylemiyorum, gerçekten böyleyim.
Böyle olunca hep tetikte, hep kulağım kirişte, hep ayakta, hep hazır ve hep dinç kalmak ve yaşamak zorundayım.
Sanki bu koca dünya benim cebimdeki not defterimmiş gibi, bütün dünyaya sahip çıkmaya kalkıyorum ama ister istemez en çok sahiplendiğim kendi ülkemin insanları…
(Kaynak: Aziz Nesin, Aziz Nesin Soruşturmada, Nesin Yayınevi, İstanbul, 2016, s. 52)
Nerelisin?
Yine Mehmet Ali Kılıçbay, Dinin Fiziği Demokrasinin Kimyası kitabında ise şöyle yazıyor:
Tarihin çok uzun bir süresi boyunca bütün kimlik belirlemeleri için tek bir soru yeterli olmuştur: Kimlerdensin?
Ama artık modern çağda bu soru giderek anlamsızlaşmakta ve onun yerine kimsin geçmektedir.
Kimsin sorusuna kimlerden olduğunun dışında da cevaplar verebilen kişi, bireyselleşmekte olan bir bireydir ve bir ideal olarak insanlığı yakalama, ona ulaşma olasılığı belirmektedir, belirdikten sonra da artmaktadır.
Dünyanın bütün toplumları, değişik ölçülerde olmak üzere bir kimsin-kimlerdensin ikilemi yaşıyor.
Bu sorunun en ağır yaşandığı toplumlar kimlerdensini öne çıkartarak, ortak varoluş alanını su geçirmez kaplar halinde bölenleri. Bunun sonucunda bu gibi toplumlar sürekli bir çatışma ve karşılıklı ret iklimi içinde yaşamak zorunda kalıyorlar.
(Kaynak: Mehmet Ali Kılıçbay, Dinin Fiziği Demokrasinin Kimyası, İmge Kitabevi, Ankara, 1999, s. 191)
Artık bu soruyu tamamen tedavülden kaldırmak ve yaşantımızdan bütünüyle çıkarmak zorundayız! Buna mecburuz.
Bizim insanımız, akıl almaz bir şekilde, evrenselleşir ise yerelliğini, özünü, kültürünü kaybedeceği yanılgısı içerisinde hayatını sürdürüyor ne yazık ki…
Bu konuya ilgi duyanlar için bir başka yazım da burada: Corona Günlükleri 8. Bölüm