Snooker

Snooker

Herkese merhaba!

Çocukluk arkadaşım Akın bir video yollamış. Onun yolladığı bu videoyu izlerken ben de bir an geçmişe, Snooker izlemeye başladığım günlere doğru gittim.

Trabzon’da yaşayan 86 yaşındaki Fatma Teyze, aynı benim ve bu videoyu benimle paylaşan arkadaşım gibi tam bir snooker fanatiği…

Videoda snooker ile nasıl tanıştığını, en sevdiği snooker oyuncularını ve sporla ilgili genel düşüncelerini anlatıyor. Önce hep birlikte bunu bir izleyelim isterseniz.

Evet,  işte izlediğim bu video, bana bundan yıllar önce, Snookerı henüz yeni yeni keşfetmeye başladığım dönemde, Ekşi Sözlükteki Snooker başlığına yazdığım bir yazıyı anımsattı. Bu nedenle burada da sizlerle paylaşmak istedim.

Bu yazının ilk halini tam olarak kaç yılında yazdığımı hatırlamıyorum. Gerekli gördüğüm yerlere eklemeler yapıp elimden geldiğince yazıyı güncellemeye çalıştım. Yine de gözümden kaçmış olan ciddi eksiklikler/hatalar çıkarsa beni şimdiden mazur görün lütfen.

Hatta alttaki yorum kısmında bunları belirtirseniz, hemen düzeltirim.

Burada daha çok önemli olan, küçük detaylardan ziyade yazının genel çerçevesi aslında. Zira yazı, bu spora ilgi duyan okuyucuların yüzünde hafif de olsa bir tebessüm yaratabilirse, ne mutlu bana!

Bu yazı, en nihayetinde ilk etapta Ekşi Sözlüğe göre hazırlandığı için, format gereği parantez içlerinde “bakınızlar” da vardı.

Bunları da, yaptığım yorumlarla ilgili anlam bütünlüğü oluşturduğu için yerlerinde bırakmayı tercih ettim. Ve bazı yerlere de anlattığım kısımlarla ilgili youtube videoları ekledim.

Ciddi bir emek harcayarak hazırladığım bu uzun yazıyı, snookersever arkadaşım Akın Birol’a ithaf ediyorum. İşte size Snooker hakkında ilk halini bundan yıllar önce yazdığım o yazı:

Snooker

Snooker: Yeni rahatsızlığım. Amerika’yı yeniden keşfetmiş bulunuyorum. Herkes biliyormuş, ben daha yeni yeni öğreniyorum. Ehh, kader, kısmet, ne yapalım!

Tedaviden önce:

Dışarıdan ilk bakışta saçma, gereksiz ve zevksizmiş gibi görünen tüm sporlara hak ettikleri değeri yavaş yavaş vermeye başladım. (Bakınız: Curling)

Yalan yok, önceleri denk geldiğimde kanalı aynı hızla geçer, bir de bu son derece monoton görünen oyuna üstelik saatler ayrılmasına anlam veremezdim.

Eurosport’a bu nedenle bir vakitler inanılmaz kızmıştım. Hala dün gibi hatırlıyorum. Düşünsenize, kamera bile neredeyse sabit, sürekli yemyeşil bir masa, çuha görüntüsü… Ne kadar özel olabilir ki? Ne de olsa değişen pek az şey vardı.

Ama görünürde, son derece yalıtılmış bir şekilde, uzaktan bakarken böyleymiş bu meğer… Sonra yanıldığımı fark ettim. Daha doğrusu artık başka seçenek kalmadığından mıdır nedir, oturup seyrettim.

Oyuna dahil oldum. Farklı bir gözle bakmaya başladım. İyi ki de öyle yapmışım. Bu gözle ilk izleyişimle beraber beni sarıp sarmalaması bir oldu. Attila İlhan’ın dediği gibi; “Vurdu, kanıma girdi.”

Tedaviden sonra:

Artık fırsat buldukça bu oyunu aralıksız sabahtan akşama dek izleyebiliyorum. 2,5 saatlik oyunların sonunda biten süre nedeniyle kalan frameleri canlı izleyememek beni delirtiyor mesela. Neyse ki internet, Youtube diye bir şey var. Ohh! Ya yıllar öncesinde olduğu gibi, teknoloji de olmasa ne olacaktı?

3-5 topun bir cebe yollanmasından çok daha fazlası var bu oyunda. Satranç gibi, bir iki hamle sonrasını hesaplama var. Güvenli vuruş yapıp rakibi oynatmama var. Müthiş çektirmeler, double, kombineler var.

Bir çok sporda yer almayan anlık muazzam espriler/jestler var. Gerçekten harika. Son birkaç senedir elimi eteğimi tamamen çektiğim, yüzüne bile bakmadığım, artık sürekli şikelerle, teşvik primleriyle anılır hale gelen Çin işkencesi Türkiye “süper ligine” selam olsun!

Bugüne değin izlediğim sporlar arasında en çok vaktimi ayırdığım spor olma özelliğini kazanmıştır Snooker.

Zorla, baskıyla, tehditle tiryakisi, hastası yaptığım insanlar da var. Onlar da önce “Saçmalama” dediler ama Snooker’ın “vahşi cazibesine” pek fazla direnemediler. (Bakınız: Vahşi cazibe, Hababam Sınıfı, Kemal Sunal)

Benim lise yıllarımda (1999-2001) L-Manyak dergisinin en arka sayfasında “fotoğraftan karakter tahlili” diye bir bölüm vardı. Belki hatırlayanlar çıkacaktır. Okur okur gülerdik.

Bu derginin 1999-2001 arasındaki tüm sayılarına sahiptim fakat ne acıdır ki yer sıkıntısından dolayı çöpe atmak zorunda kaldım.

İşte bu yazının devamı, benzer şekilde, daha geniş kitlelere Snooker sporunu sevdirmek amacıyla yazılmıştır. Ben de istedim ki kısa bir Snooker dünyası oyuncu tahlili yapalım.

Öncelikle şunu söylemek yerinde olur: Snooker sporunda oyuncu kategorisi ikiye ayrılır. Birinci gruptakiler, oynarken aynı zamanda zevk aldığını belli de eden, oyunun kendi karakteristik ağırlığı ve ciddiyetine rağmen jest ve mimiklerini sergilemekten hiç çekinmeyen oyunculardır.

Yeri gelir sırıtırlar, kendilerinden beklemediği vuruşlardan sonra şaşırırlar ve bunu içten içe değil, verdikleri, göstermiş oldukları tepkilerle alenen yaparlar. Rakibe nüktedan bir şekilde takılıp sözle, bazen de fiziksel olarak sataşmaktan geri durmazlar.

İkinci kategoriye giren oyuncular ise, bahsi geçen şekilde adeta oyunun genel yapısı ile hususi karakteri son derece örtüşen, deyim yerindeyse ağır takılan, hakkında ne düşündüğü, ne hissettiğine dair hiçbir fikrin kafamızda oluşmasına müsaade etmeyen oyunculardır.

Yüzlerine, hal ve hareketlerine bakmak çoğu kez nafiledir. Aklımıza rahmetli Kemal Sunal’ın “mahkeme duvarı suratlı” sözünü getirirler. (Bu sözün geçtiği film için bakınız: Korkusuz Korkak) Çok çok mecbur kalmadıkları müddetçe asla konuşmazlar.

Aslında üçüncü bir tip oyuncu daha vardır. Bu gruba da her iki taraftan özellikleri zaman zaman bir arada gösterenler girer. Yönetim Bilimi terminolojisindeki X ve Y tipi bireyin yanında üçüncü olarak sözü edilen Z tipi birey gibi…

Ama onların kim olduğunu da size bırakıyorum, kendiniz araştırın, fazla yormayın beni. Başım ağrıyor zaten. (Bakınız: Telsim reklamı, Merhaba merhaba Ajda Pekkan, Cem Yılmaz )

Ding Junhui: Çinli oyuncu. Ulusal aktörler arası geniş çaplı konvansiyonel savaşların, artık gerek yüksek maliyetler gerekse de dünya tarihinde bugüne kadar yaşanan deneyimler neticesinde uluslar arası ilişkilerdeki düşünüş tarzının farklılaşması nedeniyle yaşanmadığı günümüzde, böyle bir savaş çıksa dahi umurunda olmayacağını düşündüren bir profil çizmekte.

“Dünya yansa umurumda değil” bakışının mucidi. (Bakınız: Sanatçı duruşu, Levent İnanır) Prototip olduğu yönünde de ciddi iddialar var. Araştırmalar kesintisiz sürüyor. Şahsen ben de bu kadar fazla maçını izlememe rağmen kanlı canlı görmeden inanmayacağım bundan böyle.

Stephen Hendry: 7 kez dünya şampiyonu olmayı başarmış İskoç oyuncu. Yaşayan efsane. 1990-2002 yılları arası tam dokuz final oynamış, bunlardan yedisini kazanmış. “Somurtabildiğin kadar somurt” ekolünden. Bunun en güzel örneğidir Hendry. Akımının öncüsü.

Kendisini gülerken görenler, kıyamet senaryoları üzerine düşünmekten kendilerini alıkoyamazlar. Son yıllarda eski performansını arattıktan sonra ani bir kararla emekliye ayrıldı.

Ancak söylemek gerekir ki, onu izlemek her daim bir keyifti. Kariyerinde üç tanesini canlı izleme şansına eriştiğim 11 tane maximum break -147- var.

Matthew Stevens: Galli, haşarı çocuk. Henüz yaramazlık yapmış, fakat yaptığı hatanın da farkında olan mahcup bir çocuk edasıyla, bulunduğu ortamı pek sallamayan genç ergen yüz ifadesinin mutlak bileşimi.

Her an, rakibi vuruşu yapmak için hareketlenirken çaktırmadan ıslık çalarak yanından çelme takacak gibi… Snooker dünya şampiyonasında iki kez final oynamışlığı var. Dikkat edilmesi gereken, tecrübeli bir isim. Uygun masayı bulduğunda iyi bir seri yaratıcıdır.

Jimmy White: Büyük usta, bağrı açık küheylan. Steve Davis gibi o da gerçek bir duayen.

Ronnie O’Sullivan ile oynadığı bir maç sırasında kaçırdığı basit bir pottan sonra ıstakayı yere çalan White’da, bir gün kaybettiği bir maçtan sonra rakibe kafa atmasını beklediğimiz bir Türk insanı havası seziyoruz ister istemez…

İlginç vuruşlarıyla şova dönük bir oyuncu olduğundan sevilesi, takip edilesi biri olduğu muhakkak. 1994 snooker dünya şampiyonası finalini, karar oyununda kaçırdığı potla, adeta kendi elleriyle ezeli rakibi Stephen Hendry’e vermiştir.

“Tarihte hiç şampiyon olamamış büyük oyuncular/sporcular kimdir?” sorusuna verilecek yanıtlardan biridir. Bu anlamda ben kendisini hep Gilles Villeneuve’e benzetirim. Kodaman bir havası da vardır White’ın, kendisi İngilizdir. Saygılar abi.

Liang Wenbo: İşte karşınızda denk gelindiğinde, rakibi o an kim olursa olsun maçı asla kaçırılmaması gereken bir oyuncu. Wenbo, kamikaze pilotu gibi, ıstaka topunu en olmadık yerde paketin içine düşünmeksizin atabilme cesaretine sahip bir isimdir.

Bir maç sırasında spiker, yaptığı tarifimize yakın akıl almaz, ele avuca sığmaz bir vuruşu sonrası kendisi için aşağı yukarı şöyle bir yorum getirmiştir: “Evet sayın seyirciler, Liang Wenbo’nun bu vuruşu sonrası masaya adeta bomba düştü.”

Yine başka bir karşılaşmada, Joe Swail’e karşı, kendisi dâhil kimsenin ne olduğunu anlayamadığı bir şekilde pot yapmayı başarmış ancak pot o denli karmaşık olmuş ve toplar o kadar savrulmuştur ki, yerine oturduktan kısa bir süre sonra ancak kahkahalar sonrası sıranın yine kendisinde olduğunu fark etmiştir. (Bu videoyu aradım ama bir türlü bulamadım.)

Ben bu çocuğu hakikaten seviyorum. Böyle şeker gibi, snooker dünyasının ayrıksı bu tarz oyunculara ihtiyacı var gerçekten. Memleketi Çin de dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmuş, hadi hayırlısı diyoruz.

Neil Robertson: Sarı fırtına. Snooker dünyasının Metin Tekin’i. 2009 dünya şampiyonasında zaten sinyalleri vermişti 1996 yılının Jacques Villeneuve’u gibi, nitekim ertesi yıl şampiyon olmuştu.

Askerde olduğum için o şampiyonayı seyredememiştim, bu nedenle kendisine benim izleyemediğim bir şampiyonayı kazandığı için teessüf ederim. (Bu vesileyle, “Teessüf ederim” cümlesini tüm Türkiye’ye sevdiren Önder Açıkalın’ı da burada rahmetle analım istiyorum.)

İlk bakışta civcivi andıran Neil, üstte bahsettiğim 1. tip oyuncular kategorisine girer. Zaten bu çocuğun normalde bile yüzü gülüyor. 2009 yılında kazandığı bir sıralama turnuvası sonrası canlı yayında verdiği röportajda, kupayı bir süredir mail ile iletişim kurduğu, yakın zamanda hayatını kaybeden kanser hastası bir hayranına adadığını söylemişti.

O an, daha önce benzer duyguları yaşamış biri olarak gözümdeki saygınlığı bir kat daha artmıştır Neil’ın. Bu sevimli ve matrak Aussie, dünyada son dönemde en üst düzey snooker oynayan oyuncuların en başında geliyor.

Ronnie O’Sullivan: Söylenecek pek fazla bir şey yok. Aslında çok şey var da yok. Snooker’ın günümüzde belki de en iyisi. Son zamanlarda oynamaktan zevk almadığı hissediliyor.

Bu nedenle maçları daha fazla sürprizlere açık hale gelmeye başladı. Tek eliyle ıstaka kullanarak pot yapan acayip bir roket, güdümlü füze…

Mark King: Seri katil görünümlü. Hitman’in vücut bulmuş hali. Müzik eşliğinde slalomlar yaparak, dans ederek salona giren kişi. Bu nasıl snooker oyuncusu diyoruz içimizden, aklımıza bin bir türlü şey getiriyor.

Mark Selby: Gazoz açacağı, snooker çözücü. Mark King ile oynadığı maçlardan birinde, sadece tek bir frame içinde ondan fazla snooker çözmüştür.

Saçlar dik ve şekilli asi çocuk Fredrik Ljungberg imajından sıyrılıp efendi adam moduna geçmiştir. (Bakınız: İyi Aile Çocuğu) Son derece soğukkanlı bir oyuncu olarak göze çarpar. Yamuk yapmaz, arkadan vurmaz. Akça pakça suratıyla çuhaların beyaz topudur Mark Selby.

Mark Allen: Geleceğin dünya şampiyonu demiştim vaktiyle, hala bekliyorum. Allen, tavus kuşunu andırır. Ronnie O’Sullivan ile yaptığı bir maçta, havlusunu ıstaka ucuna takarak oyun devam ederken beyaz bayrağı göndere çekmiştir.

Eğlenceli, kanı fıkır fıkır kaynayan bir snooker oyuncusudur. Heyecanlanınca Yasemin Yalçın’ın Alican tiplemesi gibi hemen yanakları kızarır. (Bakınız: Çetin Çeki, Bir Başka Gece) Snooker’ın Cristiano Ronaldo’su bu kişiliktir.

Mark Williams: “Tecrübe konuşuyor” deyimi bu adam için icat edilmiş olabilir. Hagi için, 1998 yılındaki Galatasaray-Athletic Bilbao maçı öncesi, “Yıllanmış şarap gibi” diyen Bilbao teknik direktörü Luis Fernandez şu Williams’ı görse, herhalde onun için de kesinlikle aynı şeyi söylerdi.

Salt duruşuyla bile güven veren Galli, aynı vatandaşı Ryan Giggs gibi, spor camiasında profesyonelliğin en önemli örneklerinden birini teşkil eder. O da, oynarken çok fazla renk vermeyenler grubuna girer. En tipik tepkisi dudak hareketleridir.

Kazanılmış, ancak seriyi devam ettiremediği bir frame’i çoğunlukla toplara dokunarak sonlandırmayı sever. Topu hissetmeyi seven bir oyuncu yapısındadır bu yönüyle.

Jamie Cope: Jön. Bebeto. (Bknz: Burak Kut) Rahatlıkla Türk sinemasında başrol oynar. Türker İnanoğlunun kendisiyle bir başrol için anlaşmak üzere olduğu gelen söylentiler arasında.

Ayrıca Cope’un genç bayan izleyicileri Snooker’a çekmek amacıyla alternatif bir çekim gücü ve pazarlama aracı olduğu yönünde iddialar da gündemde. Kendisi 1985 doğumlu. Benden küçük.

Shaun Murphy: Şişman sosis. Seni yerim sosis! 2005 snooker dünya şampiyonu. Bu tek şampiyonluğunu, ne gariptir ki, o güne dek şampiyonluğu bulunmayan bir diğer oyuncu olan Matthew Stevens karşısında kazanmıştır.

Tombul ve sempatik görünümlü Murphy’yi görenlerin hemen oyuncudan makas alası gelir. Tipik bir İngiliz centilmeni olduğunu, 2009’da kendisiyle oynadığı maçta, kariyerinin dokuzuncu 147’sini yapan Stephen Hendry’i içten bir şekilde tebrik etmesinden anlıyoruz.

Bunun dışında da maçlarda son derece efendi bir şekilde kendi halinde takılır zaten. Renk vermeyen oyuncular grubundan olduğunu söylemek mümkün.

Stephen Maguire: En kısa yorumu bu oyuncu için yapacağım. Bu oyuncu için söyleyebileceğim tek şey var: “Papyonsuz”

Buraya kadar kimler, kaç kişi okudu, gerçekten çok merak ediyorum 🙂 Neyse, okuyanlarla biz devam edelim.

Ben, yazının ilk halinde, “Önümüzdeki on yıl içinde Türkiye’de snooker izleyebileceğimizi pek zannetmiyorum ama umarım yanılırım” demiş ve şöyle devam etmiştim:

Bu tür bir yanılgı halinde çok da mutlu olurum ama daha küresel çapta ve snookera kıyasla ülkemizde çok çok daha fazla sayıda seyirciye sahip Formula 1’in bile ne denli geç geldiği düşünülürse (2005) bu olasılık giderek zayıflıyor maalesef…

Kaldı ki, Formula 1 bile düşen izleyici sayısı neticesinde takvimden çıkarıldı. Şu aşamada en azından özel, gösteri amaçlı bir turnuva kısa vadede daha olası. Hoş, biz snooker çılgınları olarak ona da razıyız efenim. Yeter ki gelsin.

Ne yazık ki bu dileğim gerçekleşmedi. Peki, Türk snooker izleyicisi nasıl bir şeye benzer? Kimdir, nedir veya ne değildir? Ronnie O’Sullivan’dan üçlü çektirmesini beklediğimiz bir kitle değildir haliyle.

Snooker çok özel bir disiplin. Sporun karakteristik bir takım özellikleri ve oyunun kuralları, bu yönleri sevenler ve sporu bu şekilde keyif alarak izleyen gruplar itibariyle tabiat olarak daha farklı, seçkin diyebileceğimiz bir zümreye işaret ediyor.

Snooker, onu izleyen seyirci kitlesi için vazgeçilmez. Dolayısıyla imkânı olan her snooker sever birey, mümkün olduğunca maçları izlemeye, turnuvaları takip etmeye çalışır. Yani yeri geldiğinde, boş kalındığında takip edilen alternatif, ikincil bir spor değildir.

Bütün bunlardan hareketle denilebilir ki, Türkiye’de bir turnuva düzenlendiğinde salonda yer alan izleyici tepkisi ve davranışı, yurt dışında olanlardan çok farklı olmayacaktır.

Şimdi gelelim kaldığımız yerden oyuncu tahlillerine…

John Higgins: Barney Moloztaş’ın ikizi. 2009 dünya şampiyonasını kazandıktan sonra yapılan röportajında kullandığı inanılmaz aksanlı İngilizcesiyle, kendisi konuşurken tercümana ihtiyaç olduğu hissini yaratmıştır dinleyenlerde. (Bakınız: Arçil ve Şota’nın tercümanı)

Vuruşları yaparken adeta kızgın bir boğa gibidir, yakın çekimde dikkatli seyredin, bu durum bakışlarından hemen anlaşılır. İçinden; “Ulen şimdi yaktım çıranı” diye geçirir.

Bilhassa almış olduğu cezadan sonra yaptığı muhteşem dönüşle de Kadir Tapucu’ya selamını çakmıştır Wishaw’dan. (Bakınız: Dönüşüm Muhteşem Olacak, Kadir Tapucu) Anlaşılacağı gibi kendisi gayda diyarından; İskoçya.

Marco Fu: Eksantrik ismiyle bir döneme damgasını vurmuş, zamanında çılgınlar gibi sevdiğimiz Shawn Kemp’i hatırlatır. Temiz yüzlü, pespembe dudaklı bu arkadaş, dış görünümünün yarattığı sempatiyle, kendisini hiç tanımayan, yeni Snooker izleyicileri arasından otomatikman taraftar kazanır.

Hong Kong Phooey en sevdiği çizgi filmdir çünkü kendisi de oralıdır. Kariyerinde maximum breake -147- bulunan Marco Fu, 1998 yılında profesyonel olmuş.

Stephen Hendry ve Mark Williams gibi isimleri dahi zaman zaman hafif kirli sakallı gördüğümüz bu arenada Marco Fu, maç çıkışı elinde bond çantasıyla derhal iş görüşmesine gidecek gibi, daima sinekkaydı gezer. Daha büyük başarılar beklediğimiz bir isim…

Graeme Dott: Minik dev adam. Eski dünya şampiyonu. Tek dünya şampiyonluğunu 2006’da kazanmıştır. O sene yarı finalde The Rocket’i geçtiğini ve finalde Peter Ebdon’ı mağlup ettiğini hatırlatalım.

O da gerçek bir centilmen. Kaybettiği maçtan sonra rakibin elini yalnızca mecburiyetten değil, içtenlikle de sıkabilen bir adam. Sesi eski bakanlardan Suat Kılıç’la yarışamayacak düzeyde olsa da acayip sevdiğim, sonsuz saygı duyduğum biri.

Stephen Hendry, Welsh Open 2011’de kariyerinin onuncu 147’sini yaparken, kendi maçını bırakıp yan masadaki müsabakaya kilitlenmiştir Neil Roberston’la beraber.

Hendry’i ayakta ilk alkışlayanlardan biri o olmuştur. Uzun seneler daha snooker arenalarında kendisini görmek, başarılarına tanık olmak dileğiyle büyük insan… (Bakınız: Gökhan Türkmen)

Steve Davis: The Nugget. 1957 doğumlu, 1980’lerde fırtına gibi esmiştir. Üç ihtilale de tanıklık etmiştir.

1990’larda Stephen Hendry Snooker’ı nasıl domine etmişse, aynı şeyi 1980’lerdeki Steve Davis için söyleyebiliriz rahatlıkla. Altı kez dünya şampiyonu olmuştur ve halen aktif olarak sporun içindedir.

2010 Dünya Snooker Şampiyonasındaki unutulmaz maçta, kimsenin beklemediği bir anda John Higgins’i turnuva dışına iterek erkenden tatile yollamıştır.

Şahsen Steve Davis’in oynadığı herhangi bir maç benim için her zaman öncelikli olarak izlenebilir bir müsabakadır. Esprili kişiliğini bulunduğu ortama yansıtmaktan asla çekinmez.

Maçları yarı stand-up havasında geçer. Bu adamı bu yönüyle Dee Dee Bridgewater’a benzetiyorum ben. Konserlerine gitmiş veya izlemiş olanlar bilir, asıl işi şarkı söylemektir, layıkıyla yapar zaten. Aralarda, şarkı sonlarında da kişisel gösterisini sunar, seyircileri kopartır.

Snooker ile alakalı bir yazıdan daha fazla kopmamak adına son olarak kendisini mutlaka dinlemenizi öneririm. Albüm fark etmez. (Bakınız: Dee Dee Bridgewater)

Paul Hunter: Genç yaşta, yalnızca snooker camiası için değil tüm spor dünyası için çok erken bir kayıp. Tıpkı John Surtees’in oğlu Henry Surtees gibi. Tıpkı Şoya Tomizava gibi… Her veda erkendir. Leeds’li bu sarışın çocuk unutulmadı. RIP (1978-2006)

Joel Walker: Genç insan, anjin-san. The Rocket kendisi için “Adam olacak çocuk” demişti vaktiyle. (Bakınız: Adam Olacak Çocuk) 2020 itibariyle 25 yaşına geldi ama gözle görünür bir başarı elde edemedi.

Dominic Dale: 1971 doğumlu. Dominik Cumhuriyetiyle bir alakası yok, kendisi Galli. Lakabı Spaceman’dir. Sarı saçın kendisine yakışmadığını düşünüyorum.

Bu anlamda bir Jacques Villeneuve değil. (Zaten kimse JV olamaz, o ayrı.) Şarkıcılıkta da en az Snooker oyunculuğu kadar iddialı olduğunu şu videosundan anlıyoruz:

Magazin basınından aldığım haberlere göre oldukça fazla sayıda kadın fanatiği var. Türkiye’ye bekliyoruz, orada göreceğiz. (Bakınız: Gönlüm seninle) Şimdi tekrar düşündüm de, bu adamın ismi de karizmatik geliyor kulağa yahu!

Dennis Taylor: Rampaların ustasıyım, gözlüklerinin hastasıyım! Bir Lady Gaga, bir Barbaros Hayrettin, bir de Dennis Taylor. (Bakınız: Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur) Komedi Dans Üçlüsü halt etmiş. 1985 dünya şampiyonu artık epeyce yaşlanmış. Ama hala sapasağlam görünüyor.

Biz o günleri görebilecek miyiz diye düşüneduralım,  Dennis Taylor amca son olarak Çin’deki yeni, özel bir turnuva olan Hainan Classic maçında dede kontenjanından Ally Carter karşısında oynarken görüldü…

İlker Yasin’in, bir şapka da Dennis Taylor’a çıkartacaksınız demesini bekliyorum artık. Bu video aklıma geldikçe de gülüyorum. Kendisine uzun bir ömür dilerim…

Peter Ebdon: İngiliz. Defansif yönü ağır basar, çoğu kez “Çanakkale Geçilmezi” oynar. (Bakınız: Catenaccio) Bu taktikle rakibi canından bezdirirken maçı da çaktırmadan alıp götürür. Ne olduğunu bile anlamazsın.

2002 dünya şampiyonudur. Bu finali kazanarak Stephen Hendry’nin 8. kez dünya şampiyonluğunu kazanmasına mani olmuştur. Belki de kırılması imkânsıza yakın bir rekor olacaktı bu.

Hoş, yedi şampiyonlukla bile bu zaten erişilmesi güç bir unvandır ve buna yaklaşması muhtemel isimler Ronnie O’sullivan, Mark Selby ve John Higgins’tir.

Peter Ebdon’a dönecek olursak, biz, saç stili ve sima itibariyle kendisini snooker oyunculuğundan daha çok, uzun pardösüsü ve fötr şapkasıyla ıslak Londra caddelerde iz peşinde koşan dedektifliğe yakıştırmaktayız. (Bakınız: Sherlock Holmes)

Esrarengiz bir hava taşıyan Peter Ebdon’un snooker kariyeri, umarız Avrupa şampiyonu olup dibe vuran Galatasaray’ın kaderine benzemez ve ellisine merdiven dayamış olan bu oyuncu bir kez daha dünya şampiyonası kazanır.

Snooker Magnum gibi; “Bence bir tutku.”

Sözlerime burada son verirken, bütün oyuncuları çok sevdiğimi belirtiyor, sabırla buraya kadar okuyan herkese saygılar sunuyorum.

İyi akşamlar, mutlu yarınlar. Şansınız bol olsun. (Bakınız: Gülgün Feyman)

Leave a Reply

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.