Latin Amerika’nın Kesik Damarları
Ben yaşayabilmek için mutlaka hür bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaati icap ettirdiği takdirde, insanlığı teşkil eden milletlerin her biriyle, medeniyet gereği olan dostluk ve siyaset münasebetini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de, bu arzusundan vazgeçene kadar amansız düşmanıyım.
Mustafa Kemal Atatürk
Herkese merhaba!
2019 yılının -biraz da geç kalmış olan- bu ilk yazısını bir kitaba ayırmak istedim: “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”
Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun, Türkiye’de en çok bilinen ve okunan yapıtlarından biri. İlgili okuyucular, 2015 yılında hayatını kaybeden Latin Amerikalı yazarı, “Gölgede ve Güneşte Futbol” isimli kitabından da hemen hatırlayacaktır.
Bu yazımda, sizinle Latin Amerika’nın Kesik Damarlarını okuduktan sonra kafamda filizlenen bazı düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Öte yandan bu yazı, ilk kez duyanlar için, bir nevi kitap tanıtım işlevi de görecektir elbette.
Bu kitap, çok sevdiğim yazarlardan biri olan Ülkü Tamer’in anılarını bir araya getirdiği “Yaşamak Hatırlamaktır” isimli kitabının bir yazısında bahsettiği gibi, bir dönem dünyada, daha doğrusu ağırlıklı olarak Güney Amerika’da sakıncalı bulunan kitaplardan biriydi.
Ülkü Tamer’in Yaşamak Hatırlamaktır isimli kitabı, çok sevdiğim bir başka kitaptır. 2018 yılında kaybettiğimiz yazar, bu kitabında çocukluğundan başlayarak kişisel anılarına, doğup büyüdüğü Gaziantep’e, oradan sinemaya, tiyatroya, üniversite ve çalışma hayatına, şiire, spora ve yer yer siyasete dek uzanan geniş yelpazede bir konu çeşitliliği sunuyor.
Kitabı alırsanız, ilk önce “Brezilya Şampiyon Oldu, Golü Ben Attım” isimli yazıyı okumanızı öneririm. Galeano’nun kitabından da bahsettiği, “Brezilya Şampiyon Oldu, Golü Ben Attım” isimli bölümün başında şöyle yazar Ülkü Tamer:
Meksika’daydım. Elimde Galeano’nun Open Veins of Latin America (Latin Amerika’nın Kesik Damarları) kitabı vardı. Cuernavaca’da Paul Sweezy, “Aman!” demişti. “Rio’ya giden uçağa bile sokma bu kitabı. Görürlerse, Brezilya’ya adım atamazsın. Başın da derde girer.” Anteplilik damarım kabardı. Kitabı okumayı uçakta da, Rio’da da sürdürdüm.
Devamında, yazıyı oluşturan ana konuya dönüyor Ülkü Tamer. Yani, “Brezilya Şampiyon Oldu, Golü Ben Attım” kısmına… Ben de şimdi ana konudan çok sapmadan, bu yazının asıl konusunu oluşturan kitaba döneyim hemen müsaadenizle…
Latin Amerika’nın Kesik Damarları Sel Yayıncılık tarafından basıldı. Sultanahmet’teki yayınevinin kendi bürosuna giderseniz, Sel Yayıncılığın bütün kitaplarını %30 indirimle satın alabilirsiniz. Hatta 5 ve 10 liralık kitap rafları da var burada. Aklınızda bulunsun.
Kitabın çevirisini oldukça beğendiğimi söylemeliyim. (Sultanahmet’te ucuz kitap satan bir başka yayınevi ile ilgili yazım da burada: Alfa Yayınları) İlk basım tarihi 1971 olan bu kitabı okurken, aklımın bir köşesinde hep Türkiye vardı aslında. Gözümün önüne Türkiye’den çeşitli manzaralar geldi: Yasaklanan grevler, sendikaların ve partilerin feshedilmeleri, tutuklamalar, şiddet, işçi ücretlerinin düşürülmeleri…
Türkiye’nin, yabancı bir devlete imtiyazlar tanıyan ilk ikili anlaşması Amerika Birleşik Devletleri ile 1 Nisan 1939 yılında yapılmıştır. Daha 2. Dünya Savaşı resmen başlamamış, Alman postalları Polonya topraklarına ayak basmamıştı. Mustafa Kemal Atatürk henüz ölmüştü…
“Türkiye, sürekli olarak denetim altında tutulmak istendi ve bu 1919-1938 arası hariç başarıldı” diyen Metin Aydoğan sonuna dek haklıydı. (Metin Aydoğan’ın kitaplarını da mutlaka bir araştırın!) İzleyen dönemde, İngiltere, Fransa ve Almanya’dan alınan borçlarla hazinenin üzerindeki yük daha da arttı. Oysa çok değil kısa bir süre önce, Anka misali küllerinden genç bir cumhuriyet doğmuştu, üstelik bin bir türlü yokluklar içerisinde…
23 Nisan 1920’de açılan meclisteki milletvekilleri, gaz lambasıyla aydınlanan, sac sobayla ısınan, civar okullardan getirilen tahta sıralarla donatılmış, gaz tenekelerinin masa olarak kullanıldığı mecliste çalışmış, 100 lira maaş almışlardı. (Henüz izlemeyenlere, vakit geçirmeksizin “Kurtuluş” dizisini izlemelerini öneririm. Youtube’da bulabilirsiniz.) Bir kısmı öğretmen okulunda yatmış, bir bölümü hanlarda kalmışlar, sabah, öğle ve akşam tabldottan yemek yemişlerdi. 20 Ocak 1921 yılında çıkarılan yasayla, egemenliği kayıtsız şartsız millete veren hükmü benimsediler.
Tarihçi Edward Erickson, “Size Ölmeyi Emrediyorum” isimli nefis kitabının son paragrafında şöyle yazar:
Düşmanlarının daima olduklarından zayıf değerlendirdiği Türkler, savaşın (1. Dünya Savaşı kastediliyor) acı sonuna dek savaşmayı sürdürdü. Türkiye’nin düşmanları, Mondros mütarekesinden sonra bu ülkeyi ebediyen yok etmeye kalkışacaklardı. Ne var ki, Türk ordusunun değerleri takdir edilmeyen liderleri ve askerleri, bir kez daha külleri arasından yükselecek ve düşmanlarını yenecekti.
Cumhuriyetin ilk on beş yıllık döneminin sonunda, arada yaşanan 1929 Dünya Ekonomik buhranına rağmen önemli bir gelişme söz konusuydu. 1938 yılı itibarıyla dış ticaret dengesi -3,9 seviyesine inmiş ve ihracatın ithalatı karşılama oranı % 96,7’ye ulaşmıştı. En çok dikkati çeken nokta, iktisadi açıdan devamlı bir yükseliş seyrinin varlığıydı. 1945 ve 1946 yılındaki ilk borçlanma anlaşması yeni bir döneme işaret ediyordu. 1947’deki 10 milyon dolarlık kredi anlaşması, o an hemen hemen hiç dış borcu olmayan bir ülke için, son derece garipti diye devam eder Metin Aydoğan.
1948’in temmuz ayında Türkiye Marshall Planına alındı ve kalkınmada Amerikan görüşlerinin egemen olacağı bir dönem başlatıldı. Bu arada, 2. Dünya Savaşından da galip çıkan Amerika Birleşik Devletlerinin önünde -Sovyetler Birliği hariç- dünya hegemonyası için pek bir engel kalmamıştı artık. 1949’da kurulan NATO’ya, Türkiye 1952’de üye oldu. Kuruluşunun ilk yılı da dahil olmak üzere, tam dört kez girmek için başvurduğumuz NATO’ya, ancak “Kore Savaşına asker gönderdikten” sonra, kan karşılığı kabul edildik.
Çok değil, kısa bir süre önce Emperyalizme karşı canhıraş bir savaş veren Türkiye, bu kez neredeyse hiç ilgisi olmadığı bir savaşa müdahil oluyordu böylece. İşin Amerika tarafına baktığımızda, orada da manzara pek farklı değildi doğrusu. Zira bu ülke başlangıçta, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi kulağa son derece hoş gelen kavramlar etrafında yola çıkıp, eski İngiliz, Fransız ve İspanyol hakimiyetlerine karşı koyarak ortaya çıkmıştı.
Aynı devletin, zamanla tek hedefi tahakküm, güç ve çıkar artırımı olan bir ülkeye dönüşümünü oldukça hazin bir öykü olarak nitelendirmekte hiçbir sakınca yoktur diyebiliriz rahatlıkla. Eduardo Galeano’nun, kitapta yine kendisi de Amerikan olan ve modern psikolojinin babası sayılan filozof William James’ten alıntıladığı gibi: “Ülke, sonsuza dek sürecek Bağımsızlık Bildirgesini bir hamlede kustu.”
Bazen düşünüyorum da, Sağduyu, Akıl Çağı ve Ortak Aklın yazarı, Founding Fathers (Amerika’nın kurucu babalarına verilen isimdir) üyesi Thomas Paine, bugün yaşananları görse acaba neler hissederdi? Bu, John Perkins’in de vaktiyle aklını kurcalayan bir soruydu. Perkins’in “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” kitabından pasajlar geldi aklıma bu kitabı okurken. IMF, Dünya Bankası ve onların kredileri, düşürülen hükümetler, politik suikastlar…
Neo-Liberalizmin dünyada ilk ciddi deneyimi Şili olmuştu. Salvador Allende’yi deviren General Pinochet ve hükümeti, Chicago Okulu olarak bilinen ve Milton Friedman’ın görüşlerini yansıtan serbest piyasa reform reçetelerini sorgusuz sualsiz uygulamaya koymuştu. Şili’de başlayan deneyim diğer ülkelerde sürdü. Neticede, Real Politik galibiyetini ilan ediyordu bir kez daha, haykırıyordu acımasızca…
Erol Mütercimler, Siyasal Cinayetler isimli kitabında, Şili deneyimi için şöyle yazar:
Pinochet yönetiminin mirası, sadece işkenceler, “insan kaybetmeler”, yargısız infazlar gibi insanlık suçlarından ibaret değildir. Gelir dağılımında derin uçurum, yaygın yoksulluk, düşük ücretler, budanmış sosyal haklar, güçsüzleştirilmiş sendikalar, kuşatılmış sivil toplum gibi sosyal ve ekonomik yanları da var. Hizmet sektöründe örgütlü olan sendikalar konfederasyonu Cotiach’ın genel sekreteri Manuel Ahumada’ya göre, 1973’te Şili’de işleyen bir sosyal sistem vardı.
Darbeden 30 yıl sonra, bugün Şili o sistemden birkaç ışık yılı uzaklaşmış haldedir. Pinochet diktatörlüğünün en büyük başarısı, Şililileri “toplumsal aktörlerden” “tüketici müşterilere” dönüştürmesi olmuştu. Vahşice uygulanan Neo-liberal ekonomik program ve acımasız baskı politikalarının yarattığı korku, bu başarının temelini oluşturdu. Bireysel kurtuluş ihtirası, kamu yararı ve dayanışma duygularını çökertti.
Ve yine Türkiye’yi düşündüm. 24 Ocak Kararları ile başlayan süreç, Şili’den çok farklı bir manzara sunmuyordu. Prof Dr. Ergun Özbudun, Türkiye’deki Milli Güvenlik Konseyinin yarattığı 1982 Anayasasının, Şili’de askeri rejim tarafından dikte edilen 1980 Anayasası ile olan çarpıcı benzerliğine dikkati çeker.
Oysa 1961 Anayasası ile getirilen dernek kurma özgürlüğü, önceden izin alınmaksızın herkese dernek kurma hakkı tanıyordu. Anayasa ayrıca, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme yapma hakkı gibi iyileştirmeler de getirmişti. Yine Ergun Özbudun, Türk hukukunda dernekleşme konusunda yaşanan bu tür gelişmelerin, çoğulcu siyaset modeli üzerindeki önemine vurgu yapar.
7 Kasım 1982 tarihli konuşmasında, 1982 Anayasasının “garantörü”, dönemin devlet başkanı Kenan Evren şöyle diyor:
Yeni anayasa, bütün kurumlar için geçerli olan bir ilke ortaya koymuştur. Her kurum, ister bir parti, bir okul ya da meslek kuruluşu olsun, kendine fonksiyonel olarak ayrılmış alanda kalmalıdır. Diğer bir deyişle, bir parti, bir parti gibi fonksiyon görecektir ve bir sendika da sendika gibi.
Siyasal faaliyetler siyasal partiler için ayrılmıştır. Siyasal parti olarak örgütlenmemiş hiçbir kurum, siyasal faaliyetlerde bulunamayacaktır. Öte yandan, siyasi partiler, sendikalar, dernekler ve meslek kuruluşlarına ayrılan alanlara müdahalede bulunmamalıdır. Her kurum kendi çerçevesi içinde fonksiyon görecektir.
Oysa bildiğimiz gibi siyaset, kavram olarak tek bir aktöre veya önceden tanımlanmış tek bir gruba indirgenemeyecek kadar karmaşık, yoğun ve bütüncül bir faaliyetler bütünüdür. Üstelik siyasetin devletle sınırlı olmadığı da bir gerçektir.
Nitekim tarihsel sürece dikkatlice baktığımızda, siyasetin kavram olarak devletten bile daha eski olduğu hemen görülür. Devlet, bir hukuki formasyon olarak uluslararası ilişkilerde genel kabul görülen şekliyle 1648 Westphalia Anlaşması ile ortaya çıkmışken, siyaset tarihteki en ilkel toplumlarda bile vardır.
Fransız filozof Jacques Ranciere, Metis Yayınları tarafından basılan “Siyasalın Kıyısında” isimli kitabında bu konuyu oldukça derinlemesine işler. Kitabın, “Siyaset Üzerine On Tez” isimli bölümü dikkat çekici tespitlerle doludur.
Evren’in aksine Ranciere siyaseti, özneyi düşünülebilir kılan bir faaliyet olarak görür. “Siyaseti yalnızca iktidar olma pratiği ile özdeşleştirmek, onu daha baştan hesaptan düşmektir” der. Zira siyasetin özü, başlı başına bir uyuşmazlığın açığa vurulmasıdır.
Nitekim siyaset, bir iktidarı uygulayan ile ona maruz kalan arasındaki normal konum dağılımının basitçe sekteye uğramasını değil, bu konumlara has yatkınlıklar olduğu fikrinin sekteye uğramasını varsayar. Katıksız siyasetin bu şekilde övülmesi, pratikte, siyasal iyilik faziletini, uzmanların aydınlattığı oligarşik hükümetlere tahvil eder.
Bu demek oluyor ki, siyasal olanın sözüm ona arındırılması, evcil ve toplumsal sorumluluktan kurtarılması, siyasal olanın basitçe ve katıksızca devletsel olana indirgenmesiyle aynı kapıya çıkar.
Siyasetten dışlanan kitleler, sivil toplumun etkisizleştirilmesi, Osmanlı-Türk geleneksel devlet yapısı ve algısı ile birleştiğinde, Türkiye’de demokrasinin neden pekişmediği daha da anlaşılır oluyor. Kenan Evren’in sözleri, bize 19. yüzyılın başlarında tahta çıkan ve çok yönlü, gelişmiş, kucaklayıcı, modern bir ekonominin getireceği sosyal değişimlerden iktidarını kaybedeceği için korkan Rus Çarı Nikola’nın sözlerini hatırlatıyor ister istemez.
Çar, Grandük Mikhail’e, “Devrim Rusya’nın kapısında ama sana yemin ederim ki ben nefes aldığım sürece bu ülkeye giremeyecek” dedikten sonra, sözlerini şöyle sürdürüyordu:
Hem devlet, hem de üreticiler dikkatlerini fabrikaları birer nimet olmaktan çıkarıp birer musibete çevirecek bir konu üzerinde toplamalıdır; bu konu sayıları her geçen yıl artan işçilerin gözetimidir. Bu işçilerin ahlaki yönden etkili ve paternalist bir denetime tabi tutulmaları gerekmektedir. Aksi takdirde, bu halk kitlesi giderek yozlaşacak ve sonunda sefil olduğu kadar efendileri için tehlike de arz eden bir sınıfa dönüşecektir.
Kaynak: Ulusların Düşüşü, Daron Acemoğlu ve James Robinson
Sonra günümüze doğru biraz daha yaklaşıyoruz. Üstte bahsettiğimiz Neo-liberal anlayışın izlerinin hala çok belirgin olduğu görülüyor. Değişen pek bir şey yok. Yöneticilerin ağzından çıkan, millilik, yerlilik benzeri ışıltılı kelimelerinin ardında yatan saklı gerçek kendini gizleyemiyor ne yazık ki. Her şey berrak, her şey yine çok net. Öylesine açık ki… Bu defa, modernliği olmayan bir kapitalizm rüzgarlı bir fırtına çıkmışçasına insanın yüzüne doğru vuruyor.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımları, kimsenin kara kaşına kara gözüne gelmiyor. Galeano kitapta bunu çok net vurguluyor. Çok uluslu şirketlere uygulanan gümrük tarifeleri, vergi muafiyetleri, ulusal/iç pazarların az gelişmişliğiyle çakıştığı anda, verimlilik ibresi onlara doğru kayıyor. Kalkınma yerine ülkenin eline geçense, koca bir yoksunluk, yoksulluk ve bunun tabii getirisi memnuniyetsizlik hissi ve elbette gelecekten ümitsiz halk yığınları oluyor.
Marti; “Satın alan ülke egemendir. Satan ülke de onun hizmetindedir. Özgürlüğü sağlamak için ticareti dengelemek gereklidir. Ölmek isteyen bir ülke, ihracatını tek bir ülkeye, yaşamak isteyense birçok ülkeye yapar” demişti. Che Guevara da bu sözleri, 1961’de Punta Del Este’de yapılan Amerikan Devletleri Örgütü toplantısında tekrarladı.
Üretim, Washington’un gereksinimleri doğrultusunda keyfi olarak sınırlandırılıyordu. 1925 yılında alınan ürün beş milyon ton dolayındaydı. 50’li yıllarda da bu ortalama değişmedi. 1952’de Zafra (Şeker kamışı hasadı) o güne kadar ulaşan en yüksek düzeyinde, yedi milyon tondan fazlaydı.
Diktatör Fulgencio Batista tam bu sırada, şeker üretiminin artışını durdurmak niyetiyle iktidarı ele geçirdi. Ertesi yıl, ABD’nin talebine uygun olarak, üretim dört milyon tona düştü.
Unutmamak gerekir ki, kapitalist toplumların tersine, sosyalist toplumlarda işçiler, işsizlik korkusu ya da kıskançlıkla hareket etmezler. Onları harekete geçiren, dayanışma, toplu sorumluluk, insanı bencillikten kurtaran görev ve hakların bilincidir.
Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları
Galeano, “Emreden borcu verendir” diye devam ediyor Latin Amerika’nın Kesik Damarlarında. Aslında biz bunu çok daha önce duymuştuk. Zira bundan yüzyıllar önce de buna benzer bir şey söylenmişti. Tek fark, artık pek hatırlayan yoktu: “Borç alan, emir alır.”
İşin iktisadi boyutu ile iç içe geçen siyasi kısmına döndüğümüzdeyse, yine kendi ülkemiz örneği üzerinden devam edersek, çoğunluğun çoğulculuğa galebe çalışını da, Türkiye’deki mevcut demokrasinin eksi hanesine yazmak durumunda kalıyoruz.
Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi, Türkiye’de demokratik pekişmenin önündeki en büyük engellerden biri de bu. Tam da yine bu konuyla alakalı olarak, Daron Acemoğlu ve James Robinson tarafından yazılmış olan, Ulusların Düşüşü kitabından birkaç alıntı daha yapmak istiyorum:
Büyük Britanya ya da Birleşik Devletler gibi ülkeler, yurttaşları, gücü ellerinde tutan elitleri devirdikleri ve siyasal hakların çok daha yaygınlaştırıldığı, hükümetin yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı olduğu; geniş halk kitlelerinin ekonomik fırsatlardan yararlanabildiği bir toplum yarattıkları için zengindirler.
Banka tekelleri kurmak ve siyasetçilere kredi dağıtmak, siyasetçiler için karlı bir iştir; tabii bedelini ödemedikleri sürece. Oysa bu durum yurttaşlar için hiç de iyi değildir. Meksika’nın aksine, Birleşik Devletlerde yurttaşlar siyasetçileri kontrol altında tutabilir ve makamlarını kendilerini zengin etmek ya da ahbaplarına tekeller kurmak için kullananları görevden alabilirler.
Her toplum, devlet ve yurttaşların ortaklaşa belirleyip uyguladığı bir dizi ekonomik ve siyasal kuralla işleyişini sürdürür. Ekonomik kurumlar, eğitim görmek, tasarruf edip yatırım yapmak, yeni teknolojiler geliştirmek ve hayata geçirmek vb. için gerekli ekonomik teşvikleri düzenler.
İnsanların yaşamlarını hangi ekonomik kurumlarla sürdüreceğini belirleyen siyasal süreçtir. Bu sürecin nasıl işleyeceğini belirleyen ise siyasal kurumlardır. Örneğin, yurttaşların siyasetçileri kontrol edebilmelerini ve davranışlarına etkide bulunabilmelerini belirleyen bir ülkenin siyasi kurumlarıdır.
Bu da karşılığında siyasetçilerin -mükemmel olmasalar bile- yurttaşların temsilcisi mi olduklarını, yoksa servet edinmek ve yurttaşların çıkarlarına aykırı, kendi çıkarlarının peşinden koşmak için, onlara emanet edilen -ya da gasp ettikleri- gücü istismar mı ettiklerini anlaşılır kılar.
Ulusların Düşüşü, internette okuduğum yorumların geneli itibariyle, bir Liberalizm veya Birleşik Devletler güzellemesi olarak görülse de, ben bu görüşe pek katılmıyorum. Zira bu kitap, yazının üst kısmında bahsettiğim ABD’nin, bir de diğer yüzü olduğunu tüm açıklığıyla ve objektifliğiyle ortaya koyuyor.
Ve son olarak şunu belirtebilirim ki, her Türk vatandaşı bu kitabı mutlaka okumalı. İçinde bulunduğumuz durumu ve olası geleceği anlamlandırabilmek adına. Latin Amerika’nın Kesik Damarları ile başlayıp Ulusların Düşüşüne kadar geldiğimiz bu yazıya, Shakespeare’den bir soneyle son veriyorum:
Hizmetler bir dilenci olarak doğmakta,
Acınası hiçlikler ise görkeme boğulmakta,
Ve sanatın ağzı iktidar sahiplerince tıkanmış.
Düşüncenin hiçbir hakkı hukuku kalmamış,
Ve yalın dürüstlüğün de adı aptallığa çıkmış.
Okumak isteyenler için, buna benzer konuda yazdığım bir yazı: Türkiye’de Siyaset ve Demokrasi Üzerine Notlar
Kaynaklar ve Okuma Önerileri
-
- Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler, Umay Yayınları, İzmir, 1999
- Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, Doğan Kitap, İstanbul, 2003
- Eduardo Galeano, Latin Amerikanın Kesik Damarları, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2015
- Edward Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum! 1. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2011
- Erol Mütercimler, Siyasal Cinayetler, Alfa Yayınevi, İstanbul, 2018
- Jacques Ranciere, Siyasalın Kıyısında, Metis Yayınları, İstanbul, 2016
- Daron Acemoğlu & James Robinson, Ulusların Düşüşü, Doğan Kitap, İstanbul, 2017
- Sami Güven, 1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerinde Amerikan Kalkınma Reçeteleri, Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa, 1998
- Ünal Gündoğan, Amerikan Yüzyılı Amerika Birleşik Devletlerinin Yükselişi ve 11 Eylül 2001, Adres Yayınları, Ankara, 2008
- Süleyman Beyoğlu, Kenan Olgun vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi 1, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2012
- Cezmi Eraslan, Süleyman Beyoğlu vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi 2, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2013