10 Kasım
Herkese merhaba.
Şevket Süreyya Aydemiri bu kadar geç okuduğum için hayıflanıyorum doğrusu! Neler kaçırdığımı yeni yeni fark ediyorum… İsterseniz, yazarın otobiyografisi olarak nitelendirilebilecek olan Suyu Arayan Adam’dan bir alıntı yaparak başlayayım. Alıntı bir parça uzun ancak kesinlikle okunmaya değer. (Parantez içleri bana aittir.)
Savaşın (1. Dünya Savaşı) ara verdiği o günlerde, Anadolu köylerinin ve kasabalarının mahsulü olan bu Anadolu askerinin, o zamana kadar hiç bilmediğimiz, kitaplarda yazılı olmayan, talimgâhlarda öğretilmeyen vasıflarını tanımak, milletin bu büyük parçasının ruhu ve tabiatı hakkında her gün yeni bir şey öğrenmek, bana düşman cephesinde veya düşman gerilerindeki keşiflerden daha önemli görünüyordu.
Bir ruhun ve tabiatın okunması, milleti teşkil eden bu insanların, bir bakışta göze çarpmayan iç hallerinin, bilinmeyen bir kitabın sayfaları gibi yaprak yaprak açılması, benim için yeni ve gerçekten ilgi çekici bir şeydi.
Yaz sonuna doğru, alayın makineli tüfek bölümüne geçtim. Daha ilk derste belli oldu ki, bu bölükte hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse yoktur. Derse başlarken, İstanbullu başçavuşa sadece dersi dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum: -Bizim dinimiz nedir? -Biz hangi dindeniz? Hep bir ağızdan; “Elhamdülillah Müslümanız.” diye cevap vereceklerini sanıyordum. Öyle olmadı.
Cevaplar birbirine karıştı. Kimisi “İmam-ı Azam dinindeniz.”, kimisi “Hz. Ali dinindeniz.” dedi. Kimisi hiçbir din tayin edemedi. Arada İslam diyenler de çıktı ama “Peygamberiniz kimdir?” sorusuna onlar da şaşırdılar. Akıl almaz isimler ortaya atıldı, hatta birisi “Enver Paşadır!” dedi. “Peygamberiniz sağ mıdır?” deyince iş yine çatallaştı. Sağdır diyenlere, nerede yaşar diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Peygamber ölmüştür diyenlere de, “Ne kadar zaman evvel öldü?” denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de, din ilkelerini ve ibadetlerini doğru dürüst bilen kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi. Namaz kılan bir iki kişi çıktı, onlar da sureleri yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar. Bu ilk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük, o zaman bu milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydi.
Asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Bu askerler, daha ilk sualden anlaşıldı ki, yalnızca hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. “Biz hangi milletteniz?” deyince, her kafadan bir ses çıktı. “Biz Türk değil miyiz?” diye sordum, “Estağfurullah!” diye karşılık geldi. (Örneğin tarihçi François Georgeon da, Osmanlı-Türk Modernleşmesi isimli kitabında, Türk sözcüğünün 20. Yüzyıl başlarında aşağılayıcı bir anlamla yüklü olduğunu yazar.)
Dinini, milliyetini bilmeyen bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir.
Kaynak: Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2017, s. 85-88
Burada kesiyorum. Peki ben bu alıntıyı neden paylaşma ihtiyacı hissettim? 10 Kasım 2019 günü, yani Atatürk’ü anma törenlerinin yapıldığı gün, Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu isimli bir vatandaş, Facebook’ta bir paylaşım yapmış ve aynen şöyle demiş: “Kimisi siren huzurda birilerini saygı ile anar kimisi de ecdadımızı ve geçmişimizi dualarla muhabbetle anar. Bizler kula kulluk eden nesiller değiliz.”
Son cümlenin gülünçlüğünü bir kalemde geçiyorum. Dikkati çekmek istediğim nokta başka. Aydemir’in kitabında anlattığı o saf, masum ve ne yazık ki cahil kalmış Anadolu köylüsü bugün de var. Ve bu kitle, ne yazık ki bugün de hala yine aynı geçmişte olduğu gibi mevcut olan din bezirganları tarafından kandırılmaya devam ediyor.
Türk siyasi tarihi, uçak kazasından kurtulan Menderes’e evliya yakıştırması yapılmasına ve onun “seçilmiş, özel bir kişi” olduğuna imandan, “Başbakanımıza dokunmak bir ibadettir’e” doğru evrilirken, ezilen, ay sonunu zor getiren, ekmek alacak para bulamayan yığınlar, kendilerini dini kullanarak sömürenlerin partizanlığını yapmaya devam ediyorlar. Oysa örneğin ne Celal Bayar’ın, ne de Adnan Menderes’in dindar olmadıklarını çok iyi biliyoruz. İdeolojik mirasçıları, bugün onların açtığı yoldan giderek paraları sıfırlamaya devam ediyorlar.
Yakın zamanda okuyup bitirdiğim – ve son derece beğendiğim- biyografi kitabında (Bu çalışma aynı zamanda yazarın doktora tezidir.) Mustafa Çolak, Bülent Ecevit’in anlayışına göre gericiliğin, aslında tamamen iktisadi temelli bir davranış olduğunu ve mevcut düzenin devamından yana olanların ve din istismarcılarının çıkarlarını muhafaza edebilmek için İslam’ı kullandıklarını yazıyor.
Ecevit’e göre İslam dini sevgiden kaynaklandığı için, içerisinde düşmanlık barınamamıştı. Bu da ilerlemeye ve yenilenmeye açık, çoğulcu bir yapıya esas teşkil etmişti. Oysa düşmanlığı yaratan, dini kendilerince yorumlayıp kullananlar ve istismar edenlerdi. Bu istismar da bazen şahsi, bazen de sınıfsal çıkarlara hizmet ediyordu. Bu yaklaşımıyla Bülent Ecevit, Türk sağının dine yaklaşımını kesinlikle samimi bulmuyordu.
Ecevit’in tarihsel yanılgı dediği durumun bir boyutu dini gericilik sanmak ise, diğer boyutu da sağın maneviyatçı olduğu aldatmacasıydı. Sağ partilerin ve politikacıların dine ve geleneğe bağlılık iddiası, ekonomik sömürüyü din sömürüsüyle destekleyip devam ettirmek içindi. Daha açık ve İslami bir ifade ile, Ecevit’e göre Türkiye’de sağın dindarlığı takiyyeden ibaretti.
Bülent Ecevit’in bu yaklaşımı, Fuzuli’nin şu dizelerini hatırlatıyor insana:
Her kimün var ise zatında şeraret küfri,
Istılahat-ı ulüm ile müselman olmaz.
Akademisyen İbrahim Kaya ise bu durumu “Modernliği Olmayan Kapitalizm” kavramsallaştırması şeklinde, aynı isimli kitabında işlemektedir. Kaya bu kitabın önsözünde şöyle yazıyor:
Ekonomik olarak çağın egemen tasavvuru diye görülen yeni liberal kapitalizmin en uç örneğini bağrına basan, ama kültürel ve politik açılardan anti-modernliğin pek bulunamayacak bir modelini sergileyen bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Bu “Yeni Türkiye’de” modernliğin kabul edilmeyen bir insanlık durumu olduğu aşikar hale gelmektedir.
İşte biz de bu yüzden, her 10 Kasım’da Atatürk’ü minnetle anıyoruz, onu her gün içimizde yaşıyoruz, yaşatıyoruz. İyi ki vardın Atatürk. Ruhun şad olsun!
Atatürk’ün ölümünü biz (Reşat Ekrem) Koçu’dan öğrenmiştik. 10 Kasım 1938 günü, sabahtan dersimiz vardı. O dönem Atatürk’ün çok hasta olduğu ve vefatının beklendiği günlerdi. Hocamız gecikti. Sınıfın kapısından saat 10’da girdiğinde, tarihi haberi ağlayarak tek sözcükle verdi: “Öldü.” Bütün sınıf bir anda göz yaşlarına boğulduk.
Hayat Tatlı Zehir, Aydın Boysan Kitabı, Söyleşi: Ümit Bayazoğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010, s. 49
Benzer içerikli birkaç yazım da burada:
Kaynaklar ve okuma önerileri:
- İbrahim Kaya, Yeni Türkiye: Modernliği Olmayan Kapitalizm, İmge Kitabevi, Ankara, 2014
- Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2017
- François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016
- Mustafa Çolak, Karaoğlan Bülent Ecevit, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016