#Evde Kal?
Herkese merhaba. (Bu yazının ilk hali 2020 yılında, salgının henüz başlangıç döneminde yazılmış, daha sonradan yapılan bazı eklemelerle yazı güncellenmiştir.)
İdari makamların hemen ardından, 2020 yılının mart ayının ortasından itibaren, ünlüler de birbirlerinin peşi sıra Koronavirüs hastalığı ile mücadele kapsamında artık adeta bir kamu spotu haline gelen sloganı duyuruyor dört bir ağızdan: #Evdekal
Hayat eve sığar deniliyor ve insanlara, Evde kalın, sakın dışarı çıkmayın çağrısı yapılıyor sürekli. Mantıklı buluyorum. Dünyada Covid 19 hastalığıyla savaşan diğer pek çok ülkede de durum hemen hemen aynı zaten. Onlar da bu sloganı kullanıyorlar (#stayathome) ve evde kalmaya çalışıyorlar. Peki, insanlar çalışmadan, evde kalarak nasıl para kazanacaklar? Nasıl ve neyle geçinecekler? Temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacak, hayatlarını nasıl idame ettirecekler?
İşte tam da bu noktada “Devlet” dediğimiz oluşum devreye girer. Evde kalma zorunluluğunun bulunduğu bu tür bir olağanüstü durumda, evde kalması için çağrı yapılan yurttaşların kaybedecekleri maddi kazancı -tamamıyla olmasa bile asgari ölçülerde- devlet bir şekilde tazmin eder. Zira anayasada belirtilen Sosyal Devlet olmanın anlamı budur.
Dolayısıyla devlet, bu yönde planlama yapar, alternatif politikalar ve araçlar geliştirir. Zira devlete, onu oluşturan bireylerce ödenen vergiler biraz da bunun için vardır zaten. Bu, teorik olarak bir çeşit İhtiyat Akçesi olarak da düşünülebilir pekala. Bunun planlamasını da elbette “Hükümet” yapmakla mükelleftir.
Ancak Türkiye’de hükümetin, salgının başlangıcından itibaren -2021 yılının nisan ayının sonundaki birkaç haftalık tam kapanma kararı hariç olmak kaydıyla- kısmi süreli sokağa çıkma yasakları (1 ay gibi) ilan edemediği görülüyor. Çünkü bu ciddi risk faktörlerini de beraberinde getirir ve üretimin bir anlamda tamamen durması anlamına gelir.
Ekonomisi çok kırılgan ve hassas olan bir ülke, bu ağır yükü daha fazla kaldıramaz. Aslında bu türden bir tam kapanma kararının verilememesi, ülkenin içinde bulunduğu şartlar düşünüldüğü vakit pek de şaşırtıcı değil. Sürekli olarak sadece vergi ile finansman sağlamaya çalışan bir ülke ile karşı karşıyayız çünkü. Yani aslında burada bile yük hükümetten daha çok vatandaşın omuzunda. Böyle bir ülkenin iflasın eşiğinde olduğunu anlamak için de iktisat profesörü olmaya gerek yok. Sürekli vergi konuluyor çünkü üretim yetersiz. Ancak bu da kendi içinde bir kısır döngü yaratıyor.
Buradaki üretimi sadece meta/ürün olarak düşünmeyin. Bunun yanı sıra işletmecilik, taşımacılık, bankacılık, lojistik vb. hizmet sektörleri de var. Zira bir doktorun hastasına bakmasından tutun da, bir köylünün tarlaya buğday ekmesine dek, fayda yaratan her şey birer üretim faaliyetidir.
İşte bu yüzden böyle bir karar vermek, hükümetler açısından bu türden çeşitli riskleri beraberinde getirir. Böyle bir durumun altından da ancak iktisadi açıdan son derece gelişmiş, kamu kaynakları kendisine yeterli olan ve bu kaynakların toplumun tüm kesimlerine eşit olarak dağıtıldığı, yani özetle gelirin adil bir biçimde bölüştürüldüğü bir devlet kalkabilir. Almanya ve özellikle de Güney Kore bu anlamda çok çarpıcı iki örnek olarak karşımızda duruyor.
Buraya kadar, dikkat ettiyseniz tırnak içerisinde iki tane farklı kavram kullandım: “Devlet ve Hükümet” Ne kadar da birbirine benziyorlar değil mi? Hatta neredeyse aynı gibiler. Bu ikisi, son derece iç içe geçmiş olmasına rağmen aslında iki farklı kavramdır ve ne yazık ki bu ufak ama çok önemli nüansın bilinmemesi, karar vericilerin bu konuda bile algı yaratmasına neden olmaktadır.
Durumdan şikayetçi olan, alınan önlemleri yeterli görmeyen herkes, neredeyse devlet düşmanı ilan edilmekte ve manevi linçe uğramaktadır. Bu da çok tehlikeli ve ağır bir suçlamadır. Oysa burada eleştirilerin muhatabı devlet değil hükümettir.
Bilindiği gibi hükümetler gelip geçicidir ve değişirler. Ülkenin sahibi değil, yurttaşların temsilcisidirler. Hükümetlerin eleştirilmesi, gelişmiş liberal demokrasilerde son derece normaldir. Bilakis denetlenmeyen, hesap sorulmayan, eleştiriye tabi olmayan, eleştiriyi kabul etmeyen ve sivil topluma kulak vermeyen hükümetler demokrasiye ciddi bir aykırılık teşkil ederler. Burada sözü, ülkemizin önde gelen siyaset bilimcilerinden Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay’a veriyorum:
Demokrasi, demokratlar olmadan yaşama şansına sahip olmayan bir yönetim biçimidir. Öyleyse demokratik bir yönetimin gayesi, sadece devleti demokratikleştirmekle sınırlı olamaz; toplumun da demokratikleşmesi gerekir.
Toplumda da, demokratik olmayan iktidar odaklarının çeşitli alanlara sızmak ve o alanlarda otokratik bir iktidar ağı yaratma olasılığı her zaman söz konusudur.
Toplumu demokratikleştirmenin yolu ise, bütün toplumsal kurumları kapsayan, otokratik iktidar fırsatlarını önleyen bir zihniyeti yayma tedbirlerini almaktır.
Ali Yaşar Sarıbay, Demokrasinin Sosyolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s. 14
Demokrasiyi sadece sandığa ve seçime indirgeyen arkaik düşünce yapılarının da ne kadar sakat, eksik ve demokrasinin ideal felsefesine uzak olduğunu söylemeye herhalde lüzum yok diye düşünüyorum. Siyaset bilimci Fareed Zakaria’nın belirttiği gibi, demokratikleşme tedrici ve uzun vadelidir ve seçimler de bunun sadece bir ayağını teşkil ederler.
Tam da bu noktada, 2006 yılında, Yeni Aktüel dergisinde, ülkemizin yetiştirmiş olduğu bir diğer önemli bilim insanı olan Mehmet Ali Kılıçbay’ın yazdığı bir yazı geliyor aklıma. (Böyle de acayip bir hafızam vardır, dün yediğim yemeği hatırlamam, 15-20 sene önce okuduğum bir yazıyı hatırlarım. )
Kılıçbay şöyle bir örnek veriyor yazısında:
TBMM Başkanlığı resmi internet sitesinde, Bilgi Edindirme Yasası çerçevesinde, vatandaşın bilgiye ulaşabilmesi için bir sayfa açıldı.
Bir yurttaş, “TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın göreve başladığı tarihten itibaren çıkılan yurt dışı geziler, gezilere katılan milletvekilleri, personel, varsa bunların eşleri ve yakınlarının isimleriyle katıldıkları geziler, bunların toplam maliyeti ve geziye katılanlara ödenen toplam harcırah miktarını” sordu.
Meclis Başkanlığı, “Kamuoyunu ilgilendirmiyor” diyerek cevap vermedi. Eğer vergilerimizin nereye harcandığı bizi, yani yurttaşları ilgilendirmiyorsa, başka hiçbir bilgi de ilgilendirmez.
Gördüğünüz gibi, demokrasinin sınırlı ve son derece dar yorumu, pek de yeni bir şey değil aslında. Uğur Mumcu’nun deyişiyle söylersek, “az pilav” gibi, biz demokrasinin %60 kadarını alıyoruz. Ne yazık ki Türk siyasi kültürü, yakından bakıldığında devlet merkezli, otoriter ve son derece bürokratik bir yapı arz etmektedir. (Bu konuda yazmış olduğum bir diğer yazı için lütfen tıklayın: Türkiye’de Siyaset ve Demokrasi)
Nitekim Metin Heper de, “Türkiye’de Devlet Geleneği” isimli çalışmasında, Cumhuriyet döneminde de aynı Osmanlı İmparatorluğu döneminde olduğu gibi devlet seçkinlerinin toplum algılamasının Hegelci olarak kaldığını ve cumhuriyetin Osmanlı’dan aldığı en büyük miraslardan birinin “Aşkın Devlet/Zayıf Toplum” olduğunu belirtir.
Çok fazla dağıtmadan, burada tekrar esas konumuza dönelim isterseniz. IMF tarafından 2021 yılının başında yayınlanan bir rapor, salgın sürecinde halkına en az sosyal destek sunan iki ülkeden birinin Türkiye olduğunu gösteriyor. Hatta hatırlanacağı gibi Türkiye’de hükümet, bundan bir süre önce IBAN numaraları vermek suretiyle, kendi yurttaşlarından para da istemişti.
Türkiye’deki mevcut hükümetin, salgın sürecinde izlediği politikaların yetersiz ve kriz yönetimi karnesinin zayıf olduğu çok net bir biçimde görülüyor. 2021 yılının nisan ayının ortasında tam kapanma kararı alındı ancak evde kalmaya zorlanan vatandaşlar, deyim yerindeyse adeta kendi kaderleri ile baş başa bırakıldılar.
Sosyal yardımların ve destek paketlerinin son derece yetersiz kaldığı salgın sürecinde alınan kararlar ve uygulanan politikalar, sadece sermaye çıkarlarını kolluyor ve eşitlikçi olmaktan uzak bir biçimde toplumsal gruplar arasındaki uçurumu derinleştiriyor. İnsanların yaşadığı gelir kaybının ruhsal durumları üzerindeki etkilerine değinmiyorum bile.
2021 yılının ortasına yaklaştığımız şu günlerde hastalık ve etkileri ciddiyetini koruyor. Gerçekten son derece kritik günlerden geçiyoruz ve sanal alem bilgi kirliliğinden geçilmiyor. Bu yazıyı bitirmeden önce, bu noktada sizlere bazı önemli tavsiyelerim de olacak.
Birincisi, artık tamamen dejenere olmuş ve objektiflikten giderek uzaklaşmış yazılı ve görsel ana akım medyayı takip etmeyi derhal bırakın. Bunlardan daha ziyade; BBC News Türkçe, Euronews Türkiye, DW Türkçe, Sputnik Türkiye gibi farklı haber kaynaklarını takip edin. Bunların Youtube kanallarına üye olun. İngilizce biliyorsanız yabancı basını takip etmeye çalışın.
İkincisi, cep telefonunuza gelen ve kaynağı belli olmayan her habere/videoya/dosyaya lütfen inanmayın. Ve lütfen bu tür dosyaları paylaşarak çoğaltmayın! Bu tutum, bilgi kirliliği ve yersiz bir endişe yaratmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor inanın.
Son olarak ve belki de şu an için en önemlisi: “Sakin olmaya çalışın.” Evet, sakin olun. Bu zor günleri de el birliği ile atlatacağız, güzel ve güneşli günler göreceğiz.
Sevgiler, selamlar.
- Okumak isteyenler için burada “Corona Günlükleri” başlıklı yazı dizisinin ilk bölümü var: Corona Günlükleri 1. Bölüm
- Daha yakından tanımak isteyenler için, burada Prof. Dr. Mehmet Ali Kılıçbay ile ilgili yazmış olduğum yazı var: Mehmet Ali Kılıçbay
- Burada da hazır evdeyken okuyabileceğiniz, sizler için önerdiğim bazı kitapları bulabilirsiniz: Okuduğum Kitaplar
Durumu ne güzel özetlemişsin. Devlet ve hükümet arasındaki farkı bilmeyen o kadar çok insan var ki! Önerilerinin altına ben de imzamı atarım. İnsanlar ne olduğunu okumadan paylaşıyor aklım almıyor. Koca koca okumuş insanlardan ne paylaşımlar düşüyor önüme, şaşıp kalıyorum.
Teşekkürler Semi. Gerçekten de öyle. Burada bir röportajına yer verdiğim gezgin Cengiz Abi Facebook’ta bir mesaj yazmış, “lütfen bana covid 19 ile ilgili paylaşım göndermeyin” diye. En kötüsü de bu zaten. İnsanlar her öksürene coronalı gözüyle bakmaya başladı. Millet olarak böyle tuhaflıklarımız var maalesef.