Yurt Dışı Seyahatleri İnsana Ne Kazandırır?

Yurt Dışı Seyahatlerinin Bana Kazandırdıkları

Herkese merhaba!

Bu kez seyahat ipuçları veya gezi rehberi hazırlamadım. Çünkü bu defa bambaşka bir konudan bahsetmek istiyorum sizlere. Yurt dışı seyahatinin bana kazandırdıklarından. Ve elbette size de kazandırabileceği muhtemel özelliklerden…

“Kazanmak veya kazandırmak” kavramları, 21. yüzyılda insanın aklına ne yazık ki sadece maddi bir sonucu/kazanımı getiriyor. Hele Türkiye’de…

Tüketim bağımlılığı ve alışveriş çılgınlığı herkesi esir almış durumda. Adeta karabasan gibi… Burada Küçük Prens‘e kulak verelim istiyorum:

Büyükler sayılara bayılırlar. Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar.

Sesi nasılmış, hangi oyunları severmiş, kelebek biriktirir miymiş, sormazlar bile. “Kaç yaşında?” derler, “Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?” Bu türlü bilgilerle onu tanıdıklarını sanırlar.

Deseniz ki, “Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerinde saksılar, çatısında kumrular vardı.” Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama, “Yüz bin liralık bir ev gördüm” deyin, bakın nasıl “Aman ne güzel ev!” diye haykıracaklardır.

(Antoine De Saint Exupery, Küçük Prens, Çev. Cemal Süreya & Tomris Uyar, Can Yayınları, İstanbul, 2015)

Zygmunt Bauman’ın da vurguladığı gibi, özellikle de hızlanan küreselleşme süreci, tüketicileri sürekli ayartan ve yeni nesnelere bitmeyen bir talep yarattı. Tüketime dayalı ekonomi mantığı, tüketici doyumunun anında olması gerektiğini söylüyor.

Bu ekonomik kurgu, tüketimi yapan bireyin “hiçbir şeye bağlanmaması” üzerine kurgulanmış durumda aslında. Tüketici bir mal veya eşyaya ulaştığı anda doyuma ulaşıp hemen yeni arzuların peşinde koşmaya başlıyor. Sayıları hızla artan alışveriş merkezleri, veya daha bilindik kısaltmasıyla AVM’leri ele alalım mesela…

Alışveriş merkezleri öyle bir biçimde düzenlenmiştir ki, insanlar sürekli etrafına bakarak, gözlerini bir sürü cazip maldan ayırmadan oradan oraya koştururlar.

Birbirleri ile yüz yüze gelip iletişim kurmaları, satılan ürünler dışında bir şey düşünmeleri, vakitlerini ticari değeri olmayan şeyler için harcamaları hemen hemen imkansızdır.

Ancak bütün bu maddi kazanımlar ve eşyaya bağımlı hayatın yanında, insanın kişiliğinde yer eden ve insan karakterini geliştiren manevi kazanımlar da var hayatta. Bunlar elle tutulup gözle görülmüyor belki, ancak bizi zenginleştiriyor ve hayat standardımızı yükseltiyor.

Peki yurt dışı seyahati insana ne kazandırır? Veya neler kazandırır? İşte bu sorunun yanıtını kendimden örnekler vererek açıklamak istiyorum bugün. Elbette sorunun bu şekli, cevabın olumlu olduğu yani bir şey kazandırdığı ön kabulüne dayanıyor.

Peki kaybettirdiği ne var? Kaybettirdiği bir şey var mı daha doğrusu? Olabilir mi böyle bir şey sizce? Yurt dışı gezisi ne kaybettirir? Kimileri buna tabii ki para yanıtını verebilir. Hatta para, sanıyorum verilecek ilk ve belki de tek olası cevap olarak görünüyor.

Yaptığım gezilerin, zaman ve özellikle para kaybı olduğunu söyleyenler de oldu çünkü bugüne kadar. Voltaire’in vaktiyle dediği gibi, bu görüşlere de elbette saygı duyuyorum ancak kesinlikle hiçbirine katılmıyorum.

Hem, daha birkaç gün önce İlber Ortaylı bile söyledi, “Yeni evlenenler, mobilya mağazası gezmeyin, dünyayı gezin!” Bence de İlber Hoca’yı dinlemek şart…

Kopenhag, Nyhavn Liman bölgesi, Danimarka.

Budva, Sveti Stefan Adası, Karadağ

Kısa vadeli ve pragmatist düşünmediğimiz zaman yanıtımız çok açık aslında. Kaldı ki, yurt dışı gezi deneyiminin marjinal faydasının daha yüksek olduğuna adım gibi eminim. Artık günümüzde birçok kurumsal şirket veya firma, iş ilanlarında bile yurt dışı seyahati şart koşuyor.

Yani geçmişte yabancı ülkeleri görmüş, gezmiş, farklı coğrafyalara seyahat etmiş biri olmak bir avantaja dönüşmüş durumda. Özellikle de kişisel gelişim açısından… Eh, çalışma anlayışı, iş ve görev tanımları da yavaş yavaş değişiyor artık. Bunların da giderek esnekleştiği bir çağda yaşıyoruz.

Günümüzde insanlar özel yaşamlarının bir dizi kapanla dolu olduğunu hissetmekte. Gündelik dünyaları içerisinde sıkıntılarıyla başa çıkamadıklarını sezmekteler ve bu sezgilerinde de gayet haklılar.

Sıradan insanların dolaysız farklılıkları ve çabaları, içinde yaşadıkları kişisel çevreyle sınırlıdır; görüş alanları ve güçleri, çalışma, aile ve komşuluk hayatına fazla yakından odaklanmış sahnelerle kısıtlıdır; kendi çevrelerini aşan muhitlerdeyse temsilen hareket etmekte ve aciz birer izleyici olarak kalmaktadırlar.

(C. Wright Mills, Sosyolojik Tahayyül, Çev. Ömer Küçük, Hil Yayın, İstanbul, 2016)

Yurt dışı seyahatlerinin bana kazandırdığı ilk şey bakış açısı oldu mesela. Ufkum inanılmaz ölçüde genişledi. Gittiğim yerlerdeki insan davranışlarını daha dikkatli bir gözle incelemeye başladım.

Üstelik bunu bir bilim adamı titizliği ile yapmaya çalışıyorum ve olaylara olabildiğince nesnel yaklaşıyorum. Bir nevi kontrollü gözlem aslında benimkisi.

Yaşadığınız yerde/ülkede bunu deneyimlemek pratik olarak imkansız. Evet gerçekten imkansız! Üzgünüm ama durum maalesef bu. Çünkü içinde yaşadığımız toplum ve o topluma ait kültürel motifler ve hazır gelen kodlar, kalıplaşmış değer yargıları var. Bunu, biraz daha açarak şöyle izah etmeye çalışayım.

İnsanlar doğumlarından itibaren belirli bir sosyal çevre içerisinde yaşarlar.

Özellikle Türk toplumu gibi patriarkal bir yapıya sahip, nispeten dışa kapalı ve -son yıllardaki kimi araştırmaların nicel verileri aksini gösterse bile- çekirdek aileye nazaran toplumun büyük çoğunluğunda geniş ailenin daha dominant olduğu bir ortamda, kişiler bireysel özelliklerinin baskın ve esas olduğunu düşünse bile, aslında yaşantıyı şekillendiren daha ziyade toplumsal faktörler ve dışsal çevre oluyor.

Doğan Cüceloğlu, Türk toplumunda başkaları tarafından onaylanmaya duyulan ihtiyaç ve diğerleri ile uyum içerisinde yaşama gereksinimi olan sosyal kabul gereksinimine dikkat çekiyor.

Buna karşılık, örneğin başkalarına muhtaç olmadan kendi kendine yaşayabilme gereksinimi olan bağımsızlık gereksiniminin ise Amerikan toplumundaki yaygınlığını örnek gösteriyor.

Paris

Yakın dönemde ortaya çıkan popüler kavram ile açıklamaya çalışırsam, buna mahalle baskısı diyebilirim. Burada da aklıma ister istemez, bununla bağlantılı olarak sosyal psikolog Solomon Asch’in Konformite kavramı geliyor.

Konformite en basit şekliyle, bireylerin var olan sosyal normlara uyma yönünde bir baskı hissetmesi olarak tanımlanabilir. (Bu tür konulara ilgi duyanlar, Google arama kutucuğuna Milgram Deneyi de yazabilirler. )

Örneğin kırsal kesimlerde çocuklar hala, öncelikle sadece ekonomik değeri olan bir varlık olarak görülüyor. Siyaset bilimci akademisyen Mehmet Ali Ağaoğulları, Sokrates’in, bilgiyi karşıdaki insan ile diyalog kurarak doğurtma metoduna ilişkin şöyle yazar mesela:

Kişisel saplantılarından, ön yargılarından ve gelenekselleşmiş kanılarından kurtulan kişi, aklı ile kendi içine bakma ve buradan doğruları bulup çıkarma olanağı elde eder. (Mehmet Ali Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge Kitabevi, Ankara, 2013)

Akropolis, Atina. Instagram: @Gezivita

İşte bu durum, belirli sınırlar ve davranış kalıpları içinde kalmanızı ve kendinizi geliştirip değiştirmenizi engelleyici bir işlev görüyor. Seyahat etmek, yeni ülkeler, yeni insanlar görmek, farklı kültürlerle tanışmak ise bu çemberden direk ve hızlıca çıkmanızı sağlamasa bile, en azından farklı bir dünyanın olduğunu görmenize olanak tanıyor.

Sosyolojik düşünmenin bireye sağladığı en önemli fayda, şimdiye kadar düşünmediği farklı bir şekilde düşünmeye başlamasını ve böylece o güne kadar tanıdığını düşündüğü dünyanın şimdi olduğundan daha farklı bir dünya olabileceğini keşfetmesini sağlamasıdır.

(Kaynak: Temmuz Gönç, Serap Suğur, Erhan Akarçay ve diğerleri, Sosyolojiye Giriş, Editör: Nadir Suğur, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2017)

Bunu bir mercek gibi de düşünebilirsiniz. Flu, net olmayan görüntüler bu mercek ile bir anda netleşiyor. Kendisini rahatsız etmeyecek denli düşük dereceli astigmatı olan birinin gözüne gözlük takıp farkı hemen hissetmesi gibi.

Tek tipleştirmenin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ve farklılaşanların düşman veya öcü olarak kurgulandığı bir ülkede, bu durumun önemi gün geçtikçe daha da artıyor aslında…

Bir arkadaşım geçenlerde şöyle demişti: “Keşke her insan/aile kısa bir süreliğine de olsa yurt dışına gidebilse, o havayı teneffüs edebilse, farklı bir dünyanın varlığını deneyimleyebilse. Veya kendi gidebilecek imkanları olmasa bile böyle bir devlet politikası bir şekilde oluşturulabilse çok güzel olurdu.” Arkadaşım gerçekten de çok haklı.

Gün doğumunu seyretmek, bir bardak soğuk suyu içmenin tadı, Beethoven’ı dinlemenin beğenisi, Ermitaj Müzesini (Rusya’nın Saint Petersburg şehrindeki bir müze) gezmek, sevmek ve sevilmek, Tolstoy’u okumak, Goethe’yi tanımak, Shakespeare’i bilmek gibi bir yazın yapıtını okumak da dünya nimetlerinden birinin tadına varmaktır. Yazın da bir dünya nimetidir.

Ben bu dünyanın bir insanı olarak salt klasikleri değil, çağdaşlarım yazarların yapıtlarını okumamışsam, onların yarattığı dünya nimetlerinin kimisinden kendimi yoksun bırakmışım demektir. Bu yoksunluk o dünya nimetlerini yaratan yazarların değil, onlardan yararlanmasını bilemediğim için benim eksikliğimdir.

Çağdaşlarım Günter Grass’ı, Albert Camus’yü, Anna Seghers’i, Jean Paul Sartre’ı, Gabriel Garcia Marquez’i, Konstantin Paustovsky’i, Arthur Miller’ı ve daha yüzlerce yazarı okumamışsam, bulunduğum dünyayı tam yaşayamamışım, yaşadığım dünyanın nimetlerinden gereğince tat alamamışım demektir.

(Aziz Nesin, Aziz Nesin Soruşturmada Sorulara Yanıtlar Belgeler, Nesin Yayınevi, İstanbul, 2016)

Amsterdam kanal evleri.

Stockholm

Stockholm Nordic Müzesi

Seyahat etmek bana yeni yeni bilgiler kazandırdı. Örneğin Barselona gezisi planlamıştım. Gitmeden önce İspanya kültürü, Katalan kültürü ve Barselona şehri üzerine bir takım okumalar yaptım. Kitap ve dergilerin sayfalarını karıştırdım.

Zira Antoni Gaudi’yi tanımadan, onun hayatını, yaşam evrelerini ve ilham kaynaklarını bilmeden, Antoni Gaudi eserlerini ve onun şehri Barselona’yı anlamak, Barselona’yı Barselona yapan değerleri çözmek mümkün değil.

Benim de yıllardır kafamda Hindistan’a, o harikalar ülkesine bir yolculuk yapma düşüncesi var. Sonunda kesin karar verince ortak konuları Hindistan olan bir sürü kitap temin ettim ve hepsini masamın üzerine yaydım. Aralarında bir bilim adamının, bir dil uzmanının, bir edebiyatçının, bir tüccarın ve bir gazetecinin izlenimleri de vardı.

Çünkü değişik görüşleri içeren kitaplar çok yönlüydü ve yapacağım kıyaslamalarla Hindistan gerçeğine en iyi şekilde yaklaşabilecektim. Onları yan yana koyarken değişik insanların görüşlerini öğrenmeyi ve böylece gitmek istediğim ülke üzerine geniş bir ufka sahip olmayı amaçlıyordum.

(Stefan Zweig, Yolculuklar Üzerine, Çev. Ahmet Arpad, Everest Yayınları, İstanbul, 2011)

Slovenya’daki doğal çevre ve ülkenin doğal güzellikleri mesela… İnsan eliyle oluşturulan kültürel çevre ile uyum içerisindeki peyzaj düzenlemelerine dikkat etmezseniz, hikayeniz ne yazık ki yarım kalır bu ülkede. Tam anlamıyla Slovenya turu yapmış sayılmazsınız.

Zira Slovenler, zaten doğal olarak sahip olduğu çevreyi bir de korumuşlar ve bugünden geleceğe taşıyorlar. Bu da sizi kendiliğinden büyülüyor.

Ancak bunu kavrayabilmek için, John Arne Naess’i kıyısından köşesinden okumuş olmak, Derin Ekoloji üzerine olan görüşlerini hiç olmazsa temel olarak bilmek gerekiyor. Ancak o zaman içinde yürüdüğünüz sokakların, yanından geçtiğiniz korunaklı park ve bahçelerin, rekreasyon alanlarının anlamına hükmedebilirsiniz.

Yeri gelmişken biraz bu Derin Ekoloji kavramından bahsetmek istiyorum. Norveçli çevreci düşünür John Arne Naess tarafından geliştirilen bu düşünce akımı, insan merkezli (Antroposentrik) akımlara bir tepki olarak doğmuştur.

Çevreye etik yaklaşımların başında gelen bu yaklaşım, her şeyin insan için var olduğunu savunarak, insanın doğadaki tüm varlıkların sahibi olduğu görüşü ile uzunca bir süre kabul görmüştür.

Derin Ekolojistler, insan merkezli yaklaşımın bütün dünyanın merkezi olarak insanı alması ve diğer tüm canlı ve cansız varlıkları yok sayması nedeniyle, özellikle de çevresel sorunların bu çarpık anlayış terk edilmedikçe çözümlenemeyeceğini söyler.

Ancak özellikle son yıllarda bu anlayış, ne mutlu ki yerini canlı merkezci (Biosentrik) ve çevre merkezci (Ekosentrik) yaklaşıma bırakmıştır. Bu yaklaşımlar, farklı olarak yalnızca insanı değil, tüm canlıları ve bir bütün halinde tüm doğayı temel alır.

Siz de çevre ve ekoloji gibi konulara ilgi duyuyorsanız, Ruşen Keleş’in kitapları ilk okuma yapmak için harika bir başlangıç olacaktır. Çevre Politikası isimli kitabını özellikle tavsiye ederim. Şimdi tekrar ana konuya dönüyorum.

Selanik, Yunanistan

Slovenya’nın başkenti Ljubljana

Pamukkale, Denizli

Bled Gölü, Slovenya

Bled, Slovenya

Ljubljana

Roma’daki tarihsel mirasa nasıl sahip çıkıldığını ve korunduğunu görmek, bunu yerinde gözlemlemek için Roma İmparatorluğu hakkında birkaç önemli bilgiyi hatırlamak, imparatorluk dönemini gözümüzde canlandırmak gerekiyor.

Bildiğiniz gibi, milattan önce bin yıllarından itibaren İtalya’ya Etrüskler gelmeye başladılar. Aslında İtalya’ya şehir kültürünü yerleştirip büyük bir siyasi organizasyonun temellerini atanlar da onlardı.

Etrüskler, o dönemler hala kırsal özellikler gösteren ülke topraklarına, o dönem yüksek bir kültüre erişmiş olan Ege ve Anadolu’dan şehir hayatı getirmişlerdir. (Kültür ve şehir hayatını getirdikleri topraklara da ayrıca dikkatinizi çekerim.)

Roma Kolezyumu

Milano, Duomo Katedrali, Kuzey İtalya

Roma Pantheon

Pisa Kulesi

Pisa

Roma forumu. Tarihin ayak seslerini duyacaksınız, sadece dikkatli dinlemeye çalışın gittiğinizde…

Roma gezisi yaptığınız zaman şunu daha bir dikkatli düşünün: Roma Forumu ve çevresi, Kolezyum nasıl yüzyıllarca korunup bugüne kadar gelebilmiş…

Biliyorsunuz, Kolezyum’un yapılış tarihi milattan sonra 1. yüzyıl. Yani günümüzden yaklaşık 2000 yıl önce. Dile kolay! Bunu bilerek gezmek, geziden ve Roma’dan aldığınız tadı daha da artıracak.

Floransa’yı gezerken mesela, Medici Hanedanını hatırlamamak olmaz. Prens isimli yapıtıyla tanıdığımız Machiavelli de, ünlü eserini bu hanedan döneminde kaleme almıştır.

Tam tarih olarak, Martin Luther önderliğinde Protestan reformunun güç kazanmaya başladığı bir dönemdi bu dönem. (Luther isimli filmi yeri gelmişken herkese tavsiye ederim.)

Floransa

Dünyaca ünlü Floransa Katedrali

St. Maria Novella Kilisesi, Floransa

Şehrin her bir köşesinde bu hanedanın ve Machiavelli’nin nefesini hissetmeniz gerekir. Machiavelli önemli yapıtlarının hepsini, hayatın garip bir cilvesi olarak biraz da bu hanedana borçludur aslında. Zira en önemli eserlerini Mediciler kendisini sürgüne gönderdiği zaman yazabilmiştir.

Medicilerin kurduğu Yeni Signoria, Machiavelli’nin bütün görevlerine son verdi, onu bin florin ödemeye mahkum etti ve bir yıl boyunca Vecchio Sarayı’na (Kendi notum: Floransa gezilecek yerler arasındadır burası) ayak basmasını yasakladı.

Machiavelli, Medicilere karşı bir komplonun içinde yer aldığı kuşkusuyla 1513 yılının başlarında tutuklandı ve işkence gördü. Sonuçta hapisten salıverildi ama özgürlüğü kısıtlandı: Ailesiyle birlikte Sant Andrea in Percussina’daki evine çekildi.

Yoğun bir siyasal yaşamın ardından gelen bu zorunlu sürgün, bir başka açıdan Machiavelli’nin en verimli dönemi oldu, önemli yapıtlarının hepsini bu dönemde yazdı.

(Kaynak: Niccolo Machiavelli, Prens, Çev. Kemal Atakay, Can Yayınları, İstanbul, 2015)

Kotor mesela, aynı Brugge gibi, orta çağ mimarisi ile sizi büyüleyecek sevimli bir şehir. Karadağ’ın önemli turizm merkezlerinden biri. Tito ve onun Yugoslavya’sını anlamadan, tarihsel süreci hatırlamadan, onun gerçekleştirmeye çalıştığı politikayı bilmeden Kotor’u çözmek zor.

Şehrin tarihi kısmının kapılarından birinde şöyle yazar: Bizden olmayanı istemeyiz ama bize ait olanı da kimseye vermeyiz. Bu söz, Tito önderliğinde gerçekleşen Bağlantısızlar Hareketinin* görüngülerinden biridir aslında.

Tepeden tadına doyulmaz Brugge manzarası.

Paris’e gitmeden önce üç dört Edith Piaf şarkısı dinlemek, Varşova gezisi öncesi Chopin’in hayatı ile ilgili birkaç sayfa okumak, Sırbistan turu öncesi ünlü Sırp yönetmen Emir Kusturica’nın muhteşem filmi Çingeneler Zamanını tekrar izlemek gezinize anlam katar.

Seyahat konulu kitaplar okumak ve yeni bilgiler edinmek çok önemli yani. Wittgenstein’ın ünlü sözünü de anmadan geçmeyelim burada: Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.

Yurt dışı seyahati ve yurt dışı gezi tecrübelerim, daha saygılı, daha anlayışlı, daha sakin bir insan olmama yardımcı oldu. Nasıl mı? Özellikle de Avusturya, Danimarka, İsveç gibi kalkınmış, belirli bir refah seviyesine ulaşıp gelişmiş ülkelerde şunu gözlemledim:

Birbirlerini tanısın veya tanımasın, insanlar sıradan bir gün içerisinde birbirlerine rahatlıkla selam verip selam alıyorlar. Bariz bir şekilde selamlaşıyorlar. Üstelik bir çeşit meditasyon gibi bunu sürekli yapıyorlar.

Basit bir merhabadan ileri gelen bu durum, ilk bakışta önemsiz gibi görünmesine karşın, bir süre sonra sizin üzerinizde manevi bir tatmin duygusu yaratıyor. Özellikle de bu ritüelin bir parçası olduğunuzda. Yaşadığını, var olduğunu ve uzayda bir yer kapladığını iliklerine kadar hissediyorsun adeta.

Bu tutum, birilerinin, etrafındakilerin dikkatini çektiğini gösteriyor. Giderek silikleşen ve sırf bu yüzden değersizlik hissi yaşayıp ruhsal sorunlarla boğuşan modern çağ bireyleri için, belki de hayat kurtarıcı bir durum.

Aksi halde kışın mesela erkenden havanın karardığı kuzey ülkelerinden İsveç’te yaşam herhalde daha da çekilmez olurdu…

Nerval’den bir şiir alıntısı yapalım burada öyleyse…

Siyahın gezginiyim: her gün daha derine
Yanar akşamla caddede vebalı lambalar,
Bezgin, sıkıntıyla bakar herkes benzerine;
Redingotlarıyla mumya gibi otururlar
İşyerlerinde, kahvelerde. ve akar zaman.
-birden söner uzak bir yıldız gibi yaşaman-

Toplu taşıma araçlarında mesela, şoföre onun dilini bilmeseniz, o dilde konuşmasanız, yabancı bile olsanız hello veya good morning deyince karşılık alıyorsunuz mutlaka. Denemesi bedava, gidince bir deneyin. Farkı hissedeceksiniz. Hayatında ilk kez yurt dışına çıkacaklardan özellikle ricamdır bu.

Salzburg

Mirabelgarten, Salzburg

Viyana Schonbrunn Sarayı

Örneğin meşhur bir dondurmacının kuyruğundasınız, ya da ne bileyim pizzacıda ayakta bekliyorsunuz veya bir müze girişindesiniz. Önünüzdeki kişi birden istemsizce arkasına dönüyor veya aynısını siz arkanızdakine yapıyorsunuz. Yine gülümseyip selamlaşıyorsunuz.

Hani, çok meşhur bir slogan var ya Facebook video yorumlarında; “Dünya bir dakikalığına güzelleşiyor” Gerçekten de öyle. Sonra herkes kendi işine bakıyor.

Bu durum ister istemez beni de etkiledi. Ne yazık ki bizde böyle yaygın bir kültürel gelenek olmadığı için, örneğin İstanbul’da günaydın dediğim otobüs şoförleri suratıma boş boş bakmakla yetiniyor genelde. Kimsenin hakkını yiyemem, cevap veren de var elbette ama diğerlerine göre sayılıdır.

Hele hele, üstte anlattığım gibi bir sırada falan hiç tanımadığınız biriyle merhabalaşmak… Türkiye’de, hele de mega kent İstanbul’da… Aman aman, bir düşünün ve olası sonuçlarını tahmin etmeye çalışın bakalım. Çok zorlanmayacaksınız eminim.

Selam verdiğiniz kişi bir kadınsa yandınız bir defa, ne sapıklığınız kalır ne sarkıntılık ettiğiniz. Bir erkekse o da fena, ne deliliğiniz, ne de manyaklığınız kalır bu kez. Git işine kardeşim bakışları almanız an meselesidir.

Sosyolog Erving Goffmann, Uygar Kayıtsızlık olarak adlandırdığı bir kavramdan bahsediyor. Buna göre, uygar kayıtsızlık, bir başka kişiyi görmezden gelmek anlamına gelmiyor kesinlikle.

Her birey diğer insanların varlığını kabul eder ancak izinsiz ve davetsiz jest ve mimiklerden kaçınmaya çalışır. Bu, farkında olmadan yaptığımız bir davranıştır aslında diyor araştırmacı.

Fakat ona göre, bu birbirine tamamen yabancı kişiler arasındaki iletişim ve etkileşim aslında sürekli olmalıdır. Bu selamlaşma ritüeli de, bende yurt dışı gezileri sonrası daha da yerleşik bir hal almaya başladı giderek…

Budapeşte

Budapeşte Parlamento binasının önündeyim.

Budapeşte

Sanıyorum, ilk kez Budapeşte gezisi sırasında, yani bundan iki yıl kadar önce dikkatimi çekmişti bu durum da. Mc Donalds’ta yemek yerken, yemeğini bitirip masasından kalkan herkesin kendi tepsisini kendisinin çöpe boşalttığını gördüm. Masaların hepsine hızlıca bir göz gezdirdim.

Gerçekten de bizdeki gibi bitmiş tepsiler öylece durmuyordu masalarda. Sürekli bunları toplamak için ortalıkta koşuşturan çalışanlar da yoktu. Temizlik ile ilgilenen çalışanlar yalnızca yerleri süpürüyor, kasadakiler ise sipariş alıyordu. Hepsi bu.

Çok ilginç diye düşündüğümü hatırlıyorum kendi kendime. Daha sonra gittiğim çoğu ülkede de aynı şeyi gözlemledim. (Belçika, Slovenya vs.)

Artık Türkiye’de, kendi ülkemde de nereye gidersem gideyim (Burger King, Simit Sarayı vs.) aynısını yapıyorum. Kimse bana bu yönde bir telkinde falan bulunmadı. Böyle bir kural da yok bildiğiniz gibi.

Tepsi şu ana dek hiç elime yapışmadı inanın. Size de bir denemenizi tavsiye ederim. Sizin de yapışmayacak. Bugünden tezi yok mutlaka bir deneyin.

..Tam gün ortasında şehrin bütün evlerinden süpürgeler, çöp kovaları ve faraşlarla silahlanmış kadınlar çıktı ve tek kelime etmeden, yaşadıkları binaların kapılarını , girişten sokağın ortasına dek süpürmeye başladılar, orada başka kadınlarla karşılaştılar, onlar da diğer taraftan, aynı amaçla ve aynı silahlarla aşağı inmişlerdi.

Sözlükler kişinin kendi kapı önünü bir binanın sokağa ya da caddeye bakan cephesine denk düşen bölümü diye tanımlar ki, bundan daha açık bir şey yoktur,  fakat yine derler ki, en azından bazıları, kapının önünü süpürmekte sorumluluktan kaçmak anlamına gelir.

Büyük bir hata içindesiniz, dalgın sözlükçü ve filolog beyler, kapının önünü süpürmek şimdi tam da başkentin bu kadınlarının yapmaya başladıkları şeydi, tıpkı geçmişte de annelerinin ve büyük annelerinin köylerde yaptıkları şeydi ve onlar da, bu kadınların yaptıkları gibi, bunu bir sorumluluktan kaçmak için değil, bu sorumluluğu üstlenmek için yapmışlardı.

(Kaynak: Jose Saramago, Görmek, Çev. Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2017)

Alışveriş merkezlerinde özellikle, temizlik görevlisi çalışanların arabasına doğru tepsiyle gittiğinizde alacağınız minnettar bakışlar gününüze kesinlikle bir anlam katacaktır. İşte size bir gün daha yaşamak için bir sebep daha!

Hem böylece oturmayı düşündüğünüz, gözünüze kestirdiğiniz bir masada kalan atık dolu tepsi yüzünden görevliyi beklemek durumunda da kalmıyorsunuz. Herkes kendi çöpünü kendi atınca işler kolayca halloluyor. Üstelik zamandan yapacağınız tasarruf da cabası. Daha ne olsun?

Ve son bir önemli not daha paylaşayım bu konu ile ilgili hazır aklımdayken: Yurt dışındaki çoğu şehirde Mc Donalds’larda Wi-Fi herkese ücretsiz. Evet, hem de şifresiz! Güle güle kullanın.

Barselonadaki Antoni Gaudi eserlerinden Casa Milà maketi.

Sant Pau Hastanesi, Barselona

Sant Pau Hastanesini mutlaka görün..

Casa Milà iç kısım.

Sıra kültürü edindim. Burada yani Türkiye’de sırıtabilir, gereğinden fazla naif, saf veya enayi olmakla suçlanabilir ve hatta komik bile görülebilirsiniz. Hiç dert değil inanın.

Hayatta öz saygı çok önemlidir ve en önemlisi de bunu yitirmemektir aslında. Sıra kültürüne uyum sağlamak, sıraya girmek ve uymak, sizin öz-saygınızı kaybetmediğinizi gösteren detaylardan yalnızca biri.

Örneğin en basitinden bir maç kuyruğunu düşünelim. Stadyuma girmek için düzgün bir şekilde sıra yapıp bu sıraya uygun ilerlemek, sizin sıranın hızına göre aşağı yukarı kaç dakikada içeri girebileceğinizi anlamanıza ve kaç dakika daha sırada bekleyeceğinizi hesaplamanıza rahatça imkan tanır.

Oysa insanların sağdan soldan sürekli kaynak yaptığı, belli bir düzen göstermeyen sırada bunlardan ikisini de belirleme veya hesap etme şansınız yoktur.

Ve üstelik bu muğlaklık, sizi daha da rahatsız edici davranmaya sevk edebilir, aslında olduğundan daha farklı tepkiler vermenize neden olabilir. İstanbul trafiği içinde yaşadığımız şey de bundan farksız aslında.

Her ne kadar pek araba kullanmasam da, kullandığım zaman yaya geçitlerinde yayalara durup yol vermeye başladım. Şu ana dek gezdiğim 25+ ülkenin hepsinde bu kurala neredeyse harfiyen uyuluyor. Kendi ülkem Türkiye hariç!

Türkiye çağların gerisinden de gelse, yavaş yavaş İstanbul’da kimi yerlerde bu kültürün yerleşmeye başladığına tanık oluyorum. Oldukça sevindirici bir gelişme doğrusu. Araç sahiplerinden özel ricam, bisikletlere ve yayalara öncelik vermeleri. Lütfen yayalara öncelik verelim çünkü asıl geçiş hakkı onların aslında…

Solex marka bisiklet Paris sokaklarında..

1950 Fransa Bisiklet Turu son etabı.

Immanuel Kant etik konusunda ilginç bir bilgi sunar bize. Buna göre filozof, ödeve uygun bir eylem ile ödevden dolayı yapılan eylemler arasında bir ayırım yapar. İlk anda her ikisi arasında hiçbir fark yokmuş gibi görünmektedir. Oysa aralarında var olan fark, eylemlerin temelindeki isteme veya niyette bulunur.

Örneğin iki bakkalı ele alalım. Bu iki bakkalın da kendisinden alış veriş yapanları kandırmadıklarını ele alalım. Bunlardan biri, bunu, kandırdığı öğrenildiği takdirde müşterilerini kaybetme korkusundan diğeri ise dürüst bir insan olduğundan yapar. Ödeve uygun davranan ilk satıcının istemesinin nedeni çıkardır, oysa diğer satıcı ödev böyle gerektiriyor diye müşterilerini kandırmaz.

Kant’ın bu örneğini, az önce yukarıda bahsettiğim yaya geçidindeki yaya ile karşılaşan araç sürücüsü için de uyarlayabiliriz pekala. Yayaya yol vermek için orada mutlaka bir trafik polisinin olması gerekmez. Veya aksinin yapılması durumunda yaşanacak cezalandırılma korkusu belirleyici olmamalı.

Minsk, Belarus

Ve son olarak; denemek, deneyim diyorum. Sonucu her ne olursa olsun! Kötü de geçse seyahat etmek insanı zenginleştiriyor ve yaşamın deneyim hanesine bir artı daha atıyorsunuz.

Tecrübe ve hayat deneyimi çok önemlidir. O yüzden çok düşünmeyin, harekete geçin ve yapın. Unutmayın, yapmadığınız atışları yüzde yüz ıskalarsınız.

Evet, benim bir çırpıda aklıma gelenler şimdilik bunlar. Bir başka yazıda görüşünceye dek, kendinize çok iyi bakın, henüz okumadıysanız şu yazılarıma da vakit bulunca bir göz atabilirsiniz.

*Bağlantısızlar Hareketi: Soğuk Savaş sırasında Bandung Konferansı ile temelleri atılan ve  Yugoslavya devlet başkanı Tito önderliğinde bir araya gelen ülkelerin oluşturduğu politik hareket. Bu ülkeler o dönem tarafsızlık politikası izlemişlerdir.

Yazıda Yararlanılan Kaynaklar

  • Zygmunt Bauman, Küreselleşme, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2010
  • Halil Demircioğlu, Roma Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2015
  • Antony Giddens & Philip W. Sutton, Sosyoloji, Çev. Mesut Şenol, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2017
  • Sevgi İyi & Harun Tepe, Etik, Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2014

5 Comments

  1. semi 18 Ocak 2018
    • Gezivita 18 Ocak 2018
  2. Gezidokya 20 Ocak 2018
    • Gezivita 20 Ocak 2018
  3. Hakan S. 2 Şubat 2018

Leave a Reply

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.