Corona Günlükleri 2. Bölüm

Herkese merhaba.

(Henüz okumayanlar için Corona Günlükleri başlıklı yazı dizisinin ilk bölümü burada: Corona Günlükleri 1. Bölüm)

Orhan Koçak, Frankfurt Okulunun en önemli temsilcilerinden biri olan Max Horkheimer’in ‘Akıl Tutulması’ isimli eserinin başında yazdığı önsözde, okulun en önemli isimleri olan Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Leo Löwenthal gibi düşünürlerin hepsinin ortak özellikleri olarak Yahudi olmalarını ve her birinin sosyalistliklerini hoşgörüyle karşılayan liberal ailelerin çocukları olduğunu belirtir.

Hemen ardından da benim son derece dikkate değer bulduğum çok önemli bir “bilgi kırıntısı” ekler. “Ailelerinin müreffeh hayatları” bu isimlerin her birinin akademik ve kültürel çalışmalara “fazlaca” zaman ayırmasındaki başlıca etkendir. (Gerçi, bu aileden şanslı olmak hususunda hiç kimse Hugo Grotius’un eline su dökemez, o başka.)

Tam da bu cümleleri okuduktan sonra bir an için arkama yaslanıyorum, durup ben de kendi kendime düşünmeye başlıyorum olduğum yerde… Çoğu kez, Türkiye’deki insanların yeterince kitap okumamalarından ve kendilerini geliştirmemelerinden yakınan biri olarak, bazen kendi kendime kızdığım da oluyor sırf bu düşüncem nedeniyle.

Hem insanları eleştiriyorum hem de insanları bu şekilde eleştirdiğim için kendime kızıyorum. Evet evet, aynen bu şekilde yani. Bir çeşit paradoks gibi görünüyor ama bir yandan da öyle de değil aslında. Peki neden?

Kapitalizm çalışma dışında insanlara doğru dürüst bir dinlenme, düşünme ve kendine zaman ayırabilme şansı tanımıyor ne yazık ki. Herkes Marcuse, Fromm, Horkheimer veya Löwenthal kadar şanslı değil. Gün içerisinde yoğun bir şekilde çalıştıktan sonra eve dönen bireyin öncelikli ihtiyacı okumak, düşünmek veya araştırmak edimlerinden biri olmuyor haliyle. Onun en önemli ihtiyacı daha ziyade dinlenmek, soluklanmak, tüm zihinsel faaliyetlere ara vermek ve en nihayetinde kafasını boşaltmak.

Aslında biz bu noktada geçmişe kıyasla yine bir parça şanslıyız. Zira 1830 ve 1848 devrimleri gerçekleşip, insanlar sosyal haklarına yavaş yavaş kavuşmadan önce durum çok daha kötüydü. O dönemdeki hayat ve çalışma koşulları bugünkünden çok daha zordu. Günlük 14-15 saate kadar varan çalışma süreleri, insanların iş dışında belki de sadece en temel ihtiyaçlardan biri olan uyumalarına imkan tanıyordu.

19. yüzyılda İngiltere’de özellikle de kadın ve çocuklardan oluşan fabrika işçilerinin tam bir sefalet içinde yaşadıklarını biliyoruz. 1812-1870 yılları arasında yaşamış olan Charles Dickens’ın romanlarını okursanız, bu havayı rahatlıkla teneffüs edebilirsiniz.

Günümüzde bu durum geçmişe kıyasla elbette bir hayli değişti. Artık bu kadar uzun çalışma saatleri yok. Ancak yine de günlük yaşamın en temel faaliyeti iş yapmak/çalışmak olduğu için, bunun dışında, yukarıda sayılan zihinsel faaliyetlere ayrılabilecek zaman ya hiç olmuyor, ya da yaratılabilse bile süresi çok çok az oluyor.

Üstelik zaman bir şekilde yaratılabilse dahi, çalışma temponuz, sonraki zihinsel aktiviteler için ayırmanız gereken enerjiyi de kendiliğinden alıp götürüyor. Bu noktada genelde tercih edilen şey, “rahatlamak” için bir şeyler seyretmek oluyor.

Örneğin yakın bir geçmişe kadar, yapılan araştırmalar Türkiye’de günlük televizyon seyretme saatlerinin ortalama süresinin 4-5 saat civarı olduğunu göstermekteydi. Amerikan iletişim bilimci George Gerbner, günde üç saatten fazla televizyon izleyen insanları ağır izleyici, üç saatten az televizyon izleyen insanları hafif izleyici olarak tanımlıyor. Buna göre Türk izleyicisi ağır izleyici konumunda yer almaktadır.

Günümüzde artık giderek gelişen teknoloji ve çeşitlenen görsel kanallar ile beraber televizyonun yerini daha ziyade mobil telefonlar, tabletler vs aldı. Akıllı telefonlardan artık her şey izlenebiliyor. Ancak ister televizyon ister cep telefonu olsun, bunları kullanım amacı pek değişmedi, neredeyse aynı: Zihnen bizi meşgul etmeyecek bir şeyler bulup seyretmek ve izlediğimiz şey her ne ise çok fazla yoğunlaşmadan sadece rahatlamak.

İşte kapitalizm burada da devreye giriyor aslında. Zira şunu çok iyi biliyoruz ki, hegemonya oluşturmak için kullanılan en önemli unsurlardan biri de medyadır. Medya bir çeşit sahte gerçeklik yaratır, propaganda yapar ve medyanın öncelikli amaçlarından biri de rıza üretimidir. 

Hatırlayacak olursak, Klasik Marksist görüş, altyapının yani ekonominin ve üretim ilişkilerinin, üstyapıyı yani ekonomi dışında kalan siyasi, hukuki ve toplumsal kurumları belirlediğini söylüyordu.

Bunun tam anlamıyla doğru olmadığını belirten Batı Marksizmi ise kendi analizinin kalbine “İdeoloji” kavramını oturtuyor. Buna göre fikirler, toplumsal ve siyasi yapıların inşasında en az ekonomik süreçler kadar rol oynar. Geleneksel teorilerin pek dikkate almadığı fikirler, burada özgürleşmenin temel anahtarı olarak karşımıza çıkıyor.

Antonio Gramsci’ye göre devlet, aslında klasik tanımından çok farklı bir yapıdır. Devlete yönetici sınıflar tarafından verilen rol, toplumun geri kalanını, bir düzen altına alabilme kapasitesine sahip olmasıdır. Ancak yönetici sınıf adına yönetilenleri denetleme görevini yerine getiren devletin elinde, yalnızca Max Weber’in sözünü ettiği türden resmi zor kullanma araçları bulunmaz.

Yani devlet, halk yığınlarını her zaman polis, asker, kanunlar, mahkemeler, hapishaneler gibi fiziki yaptırım gücü olan zorlayıcı araçlarla kontrol etmez. Bunların dışında, yönetilenlere, olan biten her şeyin, düzenin, rutinin ve günlük hayatın normal bir parçasıymış gibi gösterecek olan özel rıza araçları vardır. 

İşte zor araçları bizzat devlet eliyle üretilip faaliyet gösterirken, rıza üretme araçları sivil toplum tarafından üretilir. Burada Devlet, sivil toplumu da kontrol eden bir aygıt görevini üstlenir. Bu nedenle Antonio Gramsci, zor araçlarının üretildiği yere Siyasal Toplum (Political Society), rıza araçlarının üretildiği yere Sivil Toplum (Civil Society) adını verir.

Yönetilen sınıflar, hakim sınıfın ahlaki ve kültürel değerlerini ve dünya görüşünü içselleştirir. Ve bu görüşleri sanki kendine aitmiş gibi benimser. Burada devreye giren kesim ise Organik Aydınlardır.

Organik aydınlar, egemen sınıfa bağlı olan, onunla bütünleşmiş, onun safında yer alanlara verilen genel isimdir. Organik aydınlar, sivil toplumun fikir yapısını ve zihniyetini belirler, düşüncelerine etki eder ve ona yön verir. Hakim kültür ve ideolojinin yayılmasına hizmet ederler.

Örneğin Feodal çağda Organik Aydınlar Kiliseye bağlı olan din adamları idi. Günümüzde ise sinema ve dizi sektörü, medya mensupları, teknokratlar egemen sınıfın hegemonyasını gerçekleştiren ve pekiştiren organik aydınlar olarak karşımıza çıkıyor.

Kitle iletişim araçlarının toplum üzerinde bir-örnekleştirici rol oynaması, Pierre Bourdieu’nun “Homoloji” ismini verdiği işleve karşılık gelir. Bilinç dönüştürülmek suretiyle, toplumsal birey merkeze doğru ortak bir fikir etrafında toplanmaya zorlanır ve dışarıda kalma korkusu da bireyi kendi rızası ile boyun eğmeye zorlar. Dikkat edilirse bu son derece yumuşak bir baskı türüdür. Aslında etkisi de zaten tam da buradan gelmektedir.

Geçenlerde Youtube’da seyrettim bir videoda Yalın Alpay, kapitalist anlayışın yukarıda özetlemeye çalıştığımız geçmişe kıyasla günümüzde aldığı şekli çok güzel bir biçimde özetliyor. Buna göre, bir işçinin bile, şansının döndüğü an işverene dönüşebilme ihtimali, var olan bu mevcut yapıyı içselleştirmeye ve normalleştirmeye hizmet ediyor.

Bunun yanı sıra Alpay, geçmişte karın tokluğu seviyesinde bir hayat süren işçinin günümüzde artık araba da alabildiğinin altını çiziyor. Bu da “Konumunu daimi olmaktan çıkarıp kaygan bir zemine doğru gitmesine yol açıyor” diyor.

Bahsettiğim bu analizin yer aldığı kısmı, 15. dakikadan itibaren aşağıya eklediğim videodan seyredebilirsiniz. (Kişisel tavsiyem, videonun tamamını izlemeniz yönünde olacak tabii ki. Çünkü gerçekten güzel konulara değinmiş.)

Örneğin işçi sınıfının sayıca daha fazla olduğu İngiltere’de, Rusya’da yaşanan devrime benzer bir deneyimin yaşanmamasının en önemli nedenlerinden biri de, bu ülkede işçilerin iyileşmeye başlayan yaşam koşullarından dolayı giderek sınıf bilincini kaybetmesi ve burjuva ile eklemleşmesiydi.

Tabii ki bu noktada şunu da söylemek gerekir. Elbette televizyon veya daha geniş bir ifadeyle görsel ve işitsel medya, her zaman kısıtlayıcı ve dönüştürücü özellik göstermiyor. Zira içinde özgürleştirici, demokratikleştirici öğeler de barındırmaktadır. Bu tür programlar ve yayınlar kendisine zaman zaman bu mecrada yer bulabilmektedir. Mesela hiç unutmam, bundan yaklaşık on yıl kadar önce, TRT Okul’da yayınlanan bir program vardı: “Ne Diyoruz Ne Anlıyoruz?”

Katılımcıları benim bir sürü kitabını okuduğum ve hayran olduğum Mehmet Ali Kılıçbay, Ahmet İnam ve Cengiz Güleçti. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Ekşi Sözlükte bir yazar, bu program için şöyle bir yorum getirmişti: “Türk televizyonlarda bir programda Althusser, Gramsci isimlerinin de telaffuz edildiğini duydum ya, artık ölsem de gam yemem. ” (Ekşi Sözlükteki yazar bunu “Gerçek Orada Bir Yerde” isimli program için de söylemiş olabilir, dediğim gibi çok net hatırlamıyorum. Sonuçta o da güzel bir programdı.)

Bu yorumu yapan yazar gerçekten de çok haklıydı… Hazır yeri gelmişken bu programın özellikle bu üçlünün yer aldığı (çünkü sonradan bu ekip dağıldı, bir ara sunucu değişti, her program ayrı bir konuk konuşmacı alındı vs, yani büyü tamamen bozuldu) tüm bölümlerini Youtube’da izlemenizi tavsiye ederim.

Ancak Ahmet Oktay’ın da belirttiği gibi, bilincin bu şekilde belli bir kaynaktan ve tek yönde oluşturulması, nihayetinde düşüncenin asıl kurucu öğesi olan eleştirel boyutu hep ikinci plana atmaktadır. Örneğin bu noktada televizyon haberlerini ele alalım. Zira televizyon haberleri, gerçekliğin ideolojik temsilinde ve inşa edilmesinde oldukça önemli bir yere sahiptir.

Hepimizin bildiği gibi, genelde akşam haberlerinin çoğu, eften püften diyebileceğimiz “haberlerle” doludur: “İtfaiyenin uzun uğraşlar sonucunda ağaçtan kurtardığı kedi”, ” Kocasına kızdı, kanepeyi camdan aşağı attı”, “Ünlü oyuncu sokağa çıkarken sutyen giymeyi unuttu” , “Ağzında üç jileti aynı anda çeviren genç görenleri şaşkınlığa uğratıyor” , “Yumurtadan beyzbol topu yaptı” vs. Bunlar genelde izleyene hiçbir şey katmayan, magazinel nitelikli tamamen kof içeriklerdir.

Bunları seyrederken zihinsel bir faaliyete girmenize gerek yoktur. Zaten bana kalırsa, hiçbir fayda sağlamayacak, bilgi birikimi yaratmayacak bu türden şeyleri insanların ilgiyle dakikalarca seyretmesinin en önemli nedeni de, üstte açıklamaya çalıştığım gibi tüm gün işte yorulan insanların bir an önce bir şekilde kafalarını boşaltma ihtiyacı hissetmesidir.

Bir de bunun yanı sıra ikinci tür bir haber çeşidi daha vardır. Bunlar yukarıda verilen örneklere göre daha ciddi, daha elle tutulur, söz gelimi günlük siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmeler, dünyada yaşanan önemli olaylardır. Ancak burada da pasif konumdaki izleyici, bu haberi seyredip alımlarken eleştirel bir düşünce ve yorumlama çabasına pek girmez.

Haberlerde yer alan cümle yapıları, etkin ve edilgin olarak ikiye ayrılmaktadır. Etkin cümle yapıları haberin odağına eylemin failini alır ve ona açık bir sorumluluk yükler. Edilgin cümle yapısı ise sorumluluk ancak bir faile atfedilmeyeceği zaman kullanılır.

Elbette bu cümle yapılarının da etkinden edilgine dönüştürülmeleri tamamen ideolojik bir anlam taşır. Failler belirli haberlerde özellikle vurgulanırken, belirli haberlerde ise hiç vurgulanmaz. Bu konudaki çok fazla örnekten bazılarını, bir örnek olması açısından Çiler Dursun’un kitabından buraya da almak istiyorum.

(Bu konuda sayıca daha fazla örnek için lütfen bknz. Çiler Dursun, TV Haberlerinde İdeoloji, İmge Kitabevi, Ankara, 2014, s. 203-214)

Örneğin işçilerin eylemlerinde fail, etkin cümle yapıları içinden açıkça belirtilir:

İş akitleri feshedilen mevsimlik işçiler, başbakanlığa doğru yürüdüler.

Antalya’da şok karşılama: mevsimlik işçiler başbakanı yuhaladı.

Türk-İş sonunda hükümeti dize getirdi.

Veya bazen cümlede eyleme değil de önemli bir siyasetçiye, kişiye vurgu yapılacaksa edilgin cümle yapısı kurgulanır:

Çiller, İzmir fuarı açılışına gelen geçici işçiler tarafından dakikalarca protesto edildi.

Üçüncüsü, dinci kesimin gösteri olarak adlandırılan eylemleri haber konusu ise, cümlede eylemi yapanlara değil de olaya dikkat çekileceği zaman edilgin cümle yapısı kullanılır:

Uzun süredir herhangi bir gösteriye sahne olmayan Beyazıt Camiinin sessizliği bugün bozuldu.

Ancak protesto gösterilerinde işçilerin yürüyüşünü engelleyen diğer failler olan jandarma, polis gibi güvenlik güçleri, edilgin cümle yapısı içine yerleştirilir:

Jandarma özel timinin müdahalesi sonucu, bina kuşatıldı, işçilerin tümü gözaltına alındı.

Eğer polisin karşı karşıya olduğu güç yasa dışı bir güç ise, o zaman etkin fail olarak cümlede yer alabilir: Beşiktaş’ta polis, hücre evini bastı.

Ancak yine de genel dilsel özellik, edilgin cümle yapılarında failin kaybedilmesidir diyor Çiler Dursun:

Silahlı çatışmada militanlardan biri öldü (etkin cümle, diğeri yaralı olarak yakalandı (edilgin cümle, gizli özne).

İş dünyasının açıklamaları, iş dünyasında temsilcilerin değerlendirmeleri de yine etkin cümle yapıları içinden verilir. Bu sayede bu kesimin devlet yöneticileriyle olan ilişkilerindeki insiyatif vurgulanır:

İş adamları, hükümete artık gitsin dedi. İş dünyası sonunda patladı.

Ömer Dinçkök, artık Anayol koalisyonunun kurulması gerektiğini vurguladı.

Eylemi gerçekleştiren failin edilgin cümle yapısı içinden kaybedilmesinin yanında, “isimleştirme” de dilin ideolojik işleyişi açısından son derece önemlidir diyor Çiler Dursun.

Konuyu çok fazla uzatmadan toparlamak istiyorum. Kapitalizm değişiyor, dönüşüyor, farklılaşan dünyaya uyum sağlamaya çalışıyor. Ancak birey olarak bizim de hala ona direnme şansımız var.

Örneğin “Ne Diyoruz Ne Anlıyoruz” programından hemen birkaç bölüm (“Siyaset” başlıklı bölümden başlayabilirsiniz mesela) izleyebilir, izlerken unutmamak ve sonradan araştırmak için konuşulanlarla ilgili notlar alabilir veya Orhan Koçak’ın önsözünü yazdığı, bu yazının girişinde bahsettiğim Max Horkheimer’ın Akıl Tutulması‘nı alıp okumaya başlayabiliriz.

Herkese sağlıklı günler.

Corona Günlükleri 3. Bölüm: Corona Günlükleri 3. Bölüm

Okumak isteyenler için bir başka yazım, “Stefan Zweig ve Sürgün” de burada: Stefan Zweig

Kaynaklar:

  • Can Bilgili, “Medya Rızayı Neden Üretir?”, Bilinç Endüstrisinin İktidar ve Siyaset Pratikleri içinde, Der. Zeynep Karahan Uslu, Can Bilgili, Beta Basım Yayın Dağıtım, İstanbul, 2009
  • Funda Hülagü, “Marksizm ve Eleştirel Teoriler”, Der. Evren Balta, Küresel Siyasete Giriş, Uluslar arası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2018
  • Ahmet Bekmen, “Marksizm Praksis’in Teorisi, Der. H. Birsen Örs, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler içinde, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008
  • Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, Doğan Kitap, İstanbul, 2008
  • Defne Özonur Çöloğlu, Televizyon: Mesih Mi Şeytan Mı?, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2010
  • Ahmet Oktay, Türkiye’de Popüler Kültür, Everest Yayınları, İstanbul, 2002

Leave a Reply

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.