Herkese merhaba.
İnsanlar hayata son derece eşitsiz koşullarda başlıyorlar. Bundan biraz “Corona Günlükleri” başlıklı yazı dizisinin 2. bölümünde bahsetmiştim hatırlarsanız. O yazım burada: Corona Günlükleri 2. Bölüm
Dolayısıyla aslında her birimizin geleceği, bir parça nerede doğduğumuza, hangi imkanlar altında yetiştiğimize ve ailemizin hayat standartlarına bağlı olarak gelişiyor. Bunun yanı sıra, ailemizin sosyal çevresi de en önemli faktörlerin başında geliyor elbette. Bu cendereden çıkabilmek -olumlu veya olumsuz şekilde, her iki yöne doğru da gerçekleşebilir bu- mümkün olsa bile, maçlar ne yazık ki insanlar için 0-0 eşitlikle başlamıyor.
Bir 100 metre koşucusunu düşünelim. Bu kısacık yarışa 50. metreden koşmaya başlayan ile başlangıç çizgisinden koşmaya başlayan kişinin durumu, açıktır ki çok farklı. Aslında hayatımız da bizim sandığımızdan çok daha kısa. Bu nedenle 100 metre koşusu örneğini daha da anlamlı bulduğumu söylemeliyim.
Maddi imkanları son derece kısıtlı bir ailenin yetenekli çocuğu, kendini göstermesi için gerekli olan koşullara bir türlü erişemiyor. Veya erişse bile çok zorlanıyor.
Bunun tam tersi olarak, neredeyse hiçbir özel yeteneği olmadığı halde sırf ailesinden kaynaklı, “verili sosyal çevre ve/veya zenginlik” sebebiyle kimi çocuklar aslında hiç de kullanma kapasitesine sahip olmadığı halde türlü imkanlar altında büyütülüyor ve bir şekilde bir yerlere gelebiliyorlar. Özellikle günümüz Türkiye’sinde bunun çok daha keskin olduğunu söyleyebilirim. Zehra bebek ile Erkan bebeğin yaşam koşusu, aynı yerden başlamıyor…
Mesela düzenli bir biçimde gazete okuduğum dönemlerde (eskidendi, çok eskiden) kimi köşe yazarlarının köşelerinde siyasetçilerin çocuklarıyla olan röportajlarına yer verdiklerini hatırlıyorum.
O zaman kendi kendime şöyle düşünmüştüm: Ülkenin dört bir yanında zeka pırıltısı gösteren binlerce, on binlerce hatta belki yüz binlerce çocuk varken, neden sadece tek özelliği ünlü bir anne veya babaya sahip olan bu çocuklarla röportaj yapılıyor? Yetenekli, zeki ama “sıradan” çocukların günahı ne? Onlar neden bu köşede hiç yer almıyorlar mesela? Neden mutlaka hep ünlü olmak gerekiyor?
İstanbul’un taşra diyebileceğimiz yoksul bir semtinde öğretmenlik yapan bir tanıdığımız, bir gün sınıfta bir anket yapar. Yanlış hatırlamıyorsam bu çocuklar 3. veya 4. sınıftı. Sorular, tahmin edeceğiniz üzere öğrenciyi tanıma amaçlı bilindik türdendi: Nerelisiniz? Anneniz ve babanız ne iş yapıyor? Kaç kardeşsiniz? vb. Kağıtlara göz gezdirirken, “Okula nasıl geliyorsunuz” sorusuna cevap veren bir çocuğun yanıtı beni fazlasıyla etkilemişti.
Çocuk, “Okula Nasıl Geliyorsunuz” sorusuna “Hazırlıklı” yanıtını vermişti. Hala gözümün önünden gitmez bu cevap… Zira burada asıl sorulmak istenen şey, yürüyerek mi, toplu taşımayla mı yoksa arabayla mı gelindiğiydi. Bu düşünce derinliği karşısında bir süre kendime gelemediğimi anımsıyorum. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu örneği hiç unutmadım.
İşte bu eşitsiz yarışın, hiç şüphe yok ki etkili dokunuşlarla nispeten adil bir rekabete dönüştürülmesi gerekiyor. Sosyal devletin üzerine düşen en önemli görevlerden biri de bu aslında. Sosyal devlet konusuna birazdan tekrar döneceğim.
Ne yazık ki bu fakirlik ve eşitsizlik durumunun bile, tarihte kimi düşünürlerce eleştiriye tabi tutulduğunu görüyoruz. Bunlardan biri de Thomas Robert Malthus. Biz onu daha çok nüfus üzerine olan görüşleriyle tanıyoruz aslında.
Bildiğiniz gibi Merkantilizmin nüfus artışını destekleyen düşüncesi, 18. Yüzyıldan itibaren giderek tersine dönmeye başladı. Zira gerçekleşecek her yeni doğum, dünyanın zenginliklerine ortak olunacağı anlamına geliyordu. Malthus’a göre nüfus artışı geometrik bir şekilde ilerliyordu. Bu da nüfusun her yirmi beş yılda bir, bir kat daha artması anlamına geliyordu. Buna karşın doğal kaynakların artış hızı ise aritmetik bir biçimde ilerliyordu. Yani her yeni doğum, beslenememe sorununu da beraberinde getirecekti.
İşte bu savdan hareketle Robert Malthus, yoksul bir ailede dünyaya gelen insanları da suçluyor ve adeta düşük gelirli insanların sefaletini bir anlamda meşrulaştırıyordu. Michel Beaud, “Kapitalizmin Tarihi 1500-2010″ isimli kitabında Malthus’tan yaptığı şu son derece çarpıcı alıntıya yer verir:
Yoksunluk ortamında doğmuş biri, ailesinden yaşaması için gerekli olanı elde edemiyorsa ve eğer toplum da onun çalışmasına ihtiyaç duymuyorsa, azıcık yiyecek bile talep etmeye hakkı yoktur. Zira o bir fazlalıktır. Doğanın büyük sofrasında onun için boş tabak yoktur.
Nüfus artışının gerçekten de refah düzeyini azaltıcı bir etkisi olduğu kesin. Ayrıca bu, yetersiz beslenmenin yanı sıra aynı zamanda; çarpık kentleşme, salgın hastalıkların artışı, çevre sorunları gibi başka sorunları da beraberinde getiriyor.
Dolayısıyla küresel bir çevre sorunu olarak kabul edilen nüfus artışını engellemek amacıyla geliştirilen kimi politikalar var. Gebeliği önleme, aile planlaması ve kısırlaştırma bunlardan sadece birkaçı… Bunlar elbette tartışmaya açık konular.
Bu işin bir başka yönü daha var aslında. O da dünya kaynaklarından kimin ne kadar yararlandığı meselesi. Örneğin dünya nüfusunun %10’undan daha azına sahip olan ABD, yıllık kaynak kullanımının %30’unu tüketiyor. Daha çarpıcı olan bir veride ise, dünyadaki en zengin bir milyar insanın, kaynakların toplam %80’ini tükettiğini görüyoruz. Geriye kalan 5 milyardan fazla insana ise sadece %20’lik bir dilim düşüyor.
Üzerinde düşünmemiz gereken en ciddi sorunlardan biri de bu bence. Bunun yanı sıra, Malthus’un üstteki alıntıda göstermeye çalıştığım düşüncesini de fazlasıyla acımasız bulduğumu söylemeliyim. Sanırım bir duygu/mantık dengesi yakalamak, herhalde bu tür bir konuda çok daha elzem görünüyor.
Neyse ki herkes bu konuda Malthus gibi düşünmüyor. Burada isterseniz yine Michel Beaud’ün kitabına dönelim ve bu kez William Godwin’e kulak verelim:
Bir yanda küçük bir azınlığın elinde gereksiz zenginlik ve şatafat birikirken, diğer yanda büyük çoğunluğun yaşam için gerekli olan sıradan şeylerden mahrum edilmesinden daha büyük bir aşağılama olabilir mi? Bir hesap yapılsa, küçük bir monarşinin kralının bile, elde ettiği şahsi gelirin elli bin adamın ücretine eşit olduğu görülecektir!
Bir de bunlara danışmanların, soyluların, soyluları taklit etmeye kalkan zengin burjuvaların, çocuklarının, aile çevresinin gelirini dahil etmek gerekir. Böyle bir ülkede toplumun alt sınıflarının sefalet altında ezilmesi, bitap ve harap olması bir mucize midir?
Godwin böyle diyor ve özellikle de uygar toplumlarda her türlü zenginliğin kaynağının insan emeği olduğunun altını çiziyor. Zira ona göre zengin olmak, bir başkasının emeğinin ürününe el koyma ayrıcalığına sahip olmaktan başka bir şey değildir aslında.
Sanayi Devrimi sırasında yoğun bir şekilde işçi nüfusuna sahip olan İngiltere, ne mutlu ki bir yandan da toplumda var olan bu eşitsizliği ve adil olmayan düzeni ortadan kaldırmaya yönelik yeni yeni fikirlerin ortaya çıktığı bir ülke oldu. Klasik liberallerden bazıları, bu noktada yoksulları koruma sorumlulukları olduğunun da farkına vardı ve ismine “Sosyal Liberalizm” denilen yeni bir düşünce filizlendi.
Buna göre Sosyal Liberalizm, daha pozitif bir özgürlük anlayışı ve ekonomi yönetimi, özellikle de sosyal alanda daha yoğun bir devlet müdahalesi öngörmekteydi. Bir bütün olarak ekonomiyi etkileyen fiyat politikalarının, kar&zarar hesaplarının kamu politikalarıyla uzlaştırılması gereği ortaya çıktı. Sosyal refah önlemleri, kamusal parasız eğitim, işçiler için kaza sigortası, sağlık sigortası gibi alanlara dek uzandı.
Böylece liberalizm bir parça sola kaydı ve sanayileşmenin işçi sınıfı üzerinde yarattığı tahribat karşısında kademeli bir biçimde önce herkes için eşit oy hakkı ortaya çıktı, ardından da toplumsal meseleler karşısında devlet müdahalesinin gerekliliği kabul edildi.
Elbette örneğin yine aynı İngiltere’de, bu defa çok sonraları Margaret Thatcher öncülüğünde bu kez acımasız bir Neo-Liberalizm’in ortaya çıktığını da biliyoruz. Bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşacağı için Margaret Thatcher konusuna pek girmiyorum ama AB için “Modern çağın en büyük aptallığı” ifadesini kullanan Demir Leydi, gerçekten çok farklı bir siyasi figürdü. Yakından bakılmayı kesinlikle hak ediyor.
Arzu ederseniz, kendisini çok kısa bir şekilde tanımak adına Iron Lady (2011) isimli filmle hafif bir başlangıç yapabilirsiniz. Kendisini filmde ünlü aktris Merly Streep canlandırıyor ve özellikle de Falkland Savaşıyla ilgili görüşleri ve sözleri gerçekten dikkate değer.
Tekrar ana konuya dönüyorum hemen. Şu da bir gerçek ki, kapitalizmin krize girdiği her an, sessiz yığınlar seslerini yükseltmek için hazırda bekliyor ve “biz buradayız” diyor. 2019 yılında Fransa’da başlayan “Sarı Yelekliler” protestoları bu anlamda son dönemde aklıma gelen en çarpıcı örneklerden biriydi örneğin… Ülkeler, uzun vadeli insan kaynakları politikalarıyla alternatif çözümler üretmek için daha fazla çalışmalı diye düşünüyorum.
Sağlıklı günler.
Corona Günlükleri 4. Bölüm burada: Corona Günlükleri 4. Bölüm
Burada da bir deneme var: Bir Deneme
Kaynaklar:
- Ruşen Keleş Can Hamamcı Çevrebilim, İmge Kitabevi, Ankara, 2002
- Fatmagül Berktay, “Liberalizm: Tek Bir Pozisyona İndirgenmesi Olanaksız Bir İdeoloji”, Der. H. Birsen Örs, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008
- Joseph R. Des Jardins, Çevre Etiği, Çev. Ruşen Keleş, İmge Kitabevi, Ankara, 2006