Corona Günlükleri 4. Bölüm

Herkese merhaba.

Covid 19 salgın süreci ile birlikte, çoğu insan evde her zamankinden daha fazla zaman geçirmeye başladı. ” #Evde Kal? ” başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, bu durum insanın en temel ihtiyaçlarından birinin sosyalleşme olduğunu açığa çıkardı. Sosyalleşememe elbette ciddi bir problem teşkil ediyor. Ancak bu salgın sürecinin iyi yanları da var aslına bakılırsa. Bunların en başında da, aslında hiç ihtiyacımız olmadığı halde sürekli yeni bir şeyler satın almayı -mecburen de olsa- bırakmamız geliyor. Bundan bir süre önce, Para Biriktirme Yöntemleri başlıklı yazımda şöyle yazmıştım: 

Kıyafet almayın! Evet, kadınlar için belki zor hatta hayal etmesi bile imkansız ama biz erkekler için o kadar da zor değil. Geçenlerde, evde garanti süresi nedeniyle sakladığım faturaları/fişleri hiç üşenmeden tek tek incelediğimde gördüm ki, 2016 yılı ocak ayından sonra hiçbir kıyafet almamışım kendime.

Bu yazıyı yazdıktan sonra da benim durumumda çok ciddi bir değişiklik olmadı. O günden sonra yeni hemen hemen hiçbir şey satın almadım diyebilirim. Gardırobuma bir tane bile yeni gömlek veya pantolon katılmadı. Viyana’da, yurt dışına yaptığım ilk seyahatlerimden birinde, yani yıllar önce Primark isimli ucuz mağazadan aldığım eşofman altı ilk günkü gibi parıldıyor, görenler “Yeni mi aldın?” diye soruyor… (Bir de on yılı deviren bir Nike spor ayakkabım var, o konuya hiç girmiyorum zaten.)

Şu an kullandığım cep telefonu ikinci senesini doldurdu. Eğer yanlışım yoksa, son altı senede toplamda sadece iki telefon kullanmış oldum böylece. Üstelik bunlardan biri benim isteğimle olan bir değişim bile değildi. Annemin cep  telefonu bozulunca, aile içinde o herkesin bildiği telefon değişim sirkülasyonu yaşandı. Yani öyle bir durum olmasaydı, aynı telefonu kullanım sürem büyük ihtimalle 3-4 seneyi bulacaktı. 

Odamda masaüstü olarak kullandığım bilgisayar, yedinci yaşını bitirmek üzere, sekize giriyor. 2020 onun için de iyi bir başlangıç olmadı, o yüzden doğum gününü kutlayamadık, ama olsun. Dosyalarımın çoğunu harici hard diskte muhafaza ettiğim ve bilgisayarı zorlayacak çok fazla program yüklü olmadığı için, hala bu yaşında bile işimi görüyor. Geçtiğimiz günlerde Windows’u sıfırlayınca, yukarıda bahsettiğim eşofman altı gibi o da gıcır gıcır oldu. Kargo şirketlerinde çalışan personel arkadaşların, son günlerde zaten fazla olan yükünü artırmamak için bir süredir kitap siparişi de vermiyorum. Her şey normale dönünce ona da devam ederiz, şimdilik tek sıkıntımız bu olsun.

Diyeceğim o ki, evde kaldığımız bu süre boyunca, normalde satın aldığımız çoğu şeye aslında hiç ihtiyaç duymadığımız yeniden ortaya çıktı. Her gün cafe latte içmeden, her hafta sonu lüks bir restorana/kafeye gitmeden de yaşayabiliyormuşuz demek ki. Öyleyse bundan sonraki yaşantımızı da bu şekilde sürdürebiliriz pekala.

İnsanoğlu Homo Sapiens’ten bu yana oldukça fazla değişim geçirdi. Bu değişim hem fiziksel hem de düşünsel anlamda yaşandı. İnsanoğlu ateşi buldu, yazıyı icat etti, şehirler kurdu, devletleri ortaya çıkardı… Bugün bize normal ve sıradan gelen bir çok şey, bu anlamda aslında verili değildir. Tam aksine bunlar tamamen insan icadı ve iradidir. Yani bir kurgudur. Para, ulus, prestij, hukuk, mülkiyet, insan hakları… 

Günümüzde çoğu insan şehirlerde, ismine “gelişmiş veya uygar medeniyet” dediğimiz bir kültürün içinde yaşıyor. Oysa bu kültürün dışında kalan pek çok topluluk, dünyada hala varlığını sürdürüyor. “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” isimli filmi hatırlayalım… Burada filmin asıl kahramanı, Kalahari Çölünde yaşayan yerlilerdi. Bütün gün kadın erkek demeden çırılçıplak gezen insanların oluşturduğu, mülkiyet kavramının olmadığı bir kültürdü bu. Elbette film bütünüyle güzel ama özellikle bir sahne üzerinden çarpıcı bir örnek vermek istiyorum.

Kabilenin yaşadığı yerin üzerinden geçen pervaneli uçaktakilerden biri (Filmin ana karakteri olan Nǃxau’nun uçağı “Gürültülü Kuş” olarak nitelendirmesine de dikkatinizi çekerim), içtiği kola şişesini bitirip aşağı atar. Bunu gören  Nǃxau, hayatında ilk kez gördüğü bu cam eşyayı anlamlandıramaz ve hemen kabilenin büyüklerine götürür.

Hararetli tartışmalardan sonra kola şişesinin, çok çeşitli şekillerde kullanıldığını görürüz filmde. Ancak bir süre sonra bu şişenin kullanımı yüzünden daha önce mutlu mesut yaşayan kabilede bir anda tartışmalar ve kavgalar baş gösterir. Bahsettiğim bu kısmı aşağıda görebilirsiniz. Hala izlemediyseniz bir an önce -elbette üzerinde dikkatlice düşünerek- filmin tamamını izlemenizi öneririm.

Aslında tam da bu noktada aklıma hemen Edmund Husserl ve fenomenolojik düşünce geliyor. Fenomenolojiye göre fiziksel dünya, pozitivizmde olduğu gibi herkes için aynı anlamı taşıyan, bireylerden bağımsız bir gerçekliğe sahip değildir. Yani fiziksel dünya görelidir, insanların kendisine yüklediği anlamlara ve yorumlara bağlıdır.

Fransız antropolog Pierre Clastres de, “Devlete Karşı Toplum” isimli kitabında, hala geçim aşamasında yaşamakta olan ve bizim bugün anladığımız şekliyle iktidar gücüne sahip olmayan şefler tarafından yönetilen Amerikan yerlilerini anlatır. Bu kitabı okuduğunuz zaman, size son derece şaşırtıcı gelecek gözlemlerle karşılaşacaksınız.

Lafı çok fazla uzatmak istemiyorum. Sadece son moda kıyafetlere, lüks arabalara, şatafatlı villalara ne kadar ihtiyaç duyduğumuz konusu üzerine biraz daha düşünelim istiyorum. Hannah Arendt’in ifadesiyle insanlar, içinde yaşadığımız çağda, artık giderek üretim ve tüketim kısır döngüsünün köleleri haline geldi.

İnsanlığın bu doğal olmayan gelişimi ile ortaya çıkan yeni toplumda başlıca saik “tüketmek” olarak karşımıza çıkıyor. Elbiseler de yiyecekler kadar hızla tüketilip kolayca bir kenara atılabiliyor örneğin. Çalışıp para kazanmak ve bunu bir an önce tüketime dönüştürme arzusu ağır basıyor. İnsan, Corona Günlükleri 2. Bölüm‘de de bahsettiğim gibi, boş zamanını bile artık neredeyse tamamen tüketime ayırıyor. Dolayısıyla burada en temel sorun, yaşamın zorunlu olan ihtiyaçlarının karşılanmasının ötesinde, büyük bir hırsla ve durmaksızın daha fazlasının elde edilmesi için çalışılması aslında… 

Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları’nın girişindeki ilk öyküde şöyle yazar:        

Barselona’da bir hastane. Yeni doğan çocukların bakımıyla ilgilenen Oriol Vall, insanların ilk hareketinin kucaklaşma olduğunu söylüyor. Bebekler dünyaya geldikten hemen sonra ilk olarak kucaklaşmak ister gibi ellerini uzatıyorlar. Artık epeyce yaşlanmış olan hastalarla ilgilenen diğer doktorlar da, ihtiyarların da hayatlarının sonlarına doğru kollarını kaldırmaya çalışarak öldüğünü söylüyorlar. İşte böyle. Her şey bu kadar basit. Yolculuk, iki kanat çırpışı arasında gerçekleşiyor. 

Dünyaya gelirken, herkesin eşit bir biçimde çırılçıplak doğması da bence oldukça anlamlı. Hazır Eduardo Galeano demişken, onun “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” isimli meşhur kitabından esinle şöyle bir yazı yazmıştım, isterseniz ona da bakabilirsiniz: Latin Amerika’nın Kesik Damarları

Burada “Corona Günlükleri” yazı dizisinin 5. bölümü var: Corona Günlükleri 5. Bölüm

Burada basit yaşam felsefesiyle hepimize ders veren “Köylü Ekrem” hakkında yazmış olduğum yazı var: Köylü Ekrem 

Burada, içerik olarak bu yazıya benzer bir başka yazım var: Düşünceler

Ve son olarak burada da yukarıda adı geçen muhteşem güzellikteki şehir, yani Barselona ile ilgili yazmış olduğum yazı var: Antoni Gaudi’nin Barcelonası  

Sağlıklı günler. 

Okuma önerileri ve kaynaklar:

  • Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum, Çev. Mehmet Sert & Nedim Demirtaş, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
  • Eduardo Galeano, Zamanın Ağızları, Çev. Bülent Kale, Sel Yayıncılık, İstanbul
  • Aylin Kılıç Cepdibi, “Homo Faber’in Dünyasından Animal Laborans’ın Zaferine: Hannah Arendt’in Politika Teorisinde Totaliter Tahakkümün Vücut Bulduğu İnsanlık Koşulu Üzerine Bir İnceleme”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 27, Sayı 1, 2018

Leave a Reply

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.